“İletişimin araçları var, kendisi yok!” diyordu Fransız yönetmen Jean-Luc Godard. Tam da o zamanları dibine kadar yaşadığımız, Çinlilerin beddua ederken kullandığı “tuhaf zamanların” içindeyiz. Bu tuhaflığın öyle pandemiyle, virüsle, maskeyle, mesafeyle alakası yok. Bu garabet yıllardır devam ediyor. Sosyal medyanın hayatımızın ortasında patlayan, pek de nazenin olmayan bir atom bombası gibi düştüğü tarihten bu yana! Yaklaşık 10 yıldır diyelim, siz ona bir 10 yıl daha ekleyin.
Sabah uyandığında, ilk önce sosyal medyadan beyninin tepesine yıldırım misali gelen bildirimlere mi bakıyorsun? Sen hariç hiç kimse yalnız değil!
Dakika başı sayfayı “refresh” mi yapıyorsun? Sen hariç hiç kimse yalnız değil!
Stalkerlık adı altında fikri takip yapar gibi sanal casusluk peşinde koşuyor, başkalarının hayatına burnunu sokuyor ve bu aşırı merak duygunu patolojik bir biçimde tekrarlıyor musun? Sen hariç hiç kimse yalnız değil!
Bütün günün sosyal medyada, hiç tanımadığın insanlara laf atmakla, hakaret ve hatta küfür etmekle, hiçbir çözüm üretmeden sadece eleştirmekle mi geçiyor? Sen hariç hiç kimse yalnız değil!
Basit bile olsa bir fikir zerresi dahi üretmeden, zamanını yalnızca sağdan soldan duyduklarına inanarak geçiriyor, internette her okuduğuna inanıyor, sosyal medyaya Menat gibi tapıyor, katre kadar dahi olsa sorgulama ihtiyacı hissetmiyor musun? Sen hariç hiç kimse yalnız değil!
Yalnızlık, insanlığın yararına, o küçücük taşı yolun ortasından kaldırmakla yok olmaya başlar. Hollywood endüstrisinin fason romantik filmlerinde yıllardır anlattığı gibi yalnızca iki kişinin halvet olmasıyla geçmez yalnızlık. O yüzdendir ki Fethi Gemuhluoğlu, “Yol arkadaşı arayın, bel arkadaşı değil!” der. Yalnızlık, yüzlerce arkadaşının olması da değildir. Yakın ve uzak sosyal çevren dahil olmak üzere, en fazla 150 kişiyle ilişki içerisinde olabilirsin. (Bkz: Değişen Beynim, Sinan Canan) Cem Yılmaz’ı da dahil edelim mi yazıya? Buyursun gelsin. “Benim milyonlarca arkadaşım olabilir mi yahu?” diyordu. Çok haklıydı! Herkes kahkahalarla güldü, oysa ağlamaları gerekiyordu. Çarpıcı bir hakikati, mizahla harmanlayarak toplumun ortasına dinamit gibi fırlatıyordu.
İnsan, tek başına gelmiş ve şimdiye kadar milyarlarca kez ispatlandığı gibi, tek başına gidecek bir varlıktır. Sosyal medyada, çeşitli uygulamalarla yalnızlığı giderme çabası ise Nasreddin Hoca’nın göle maya çalmaya çalışmasından farksız, beyhude bir uğraştır. Hiç sosyal medyada maya tutar mı? Ya tutarsa? Einstein “Tanrı zar atmaz.” der. Ama insanoğlu, internet gibi bir deryanın içinde kendisine bir çöplük yaratmış, zarları savurup duruyor. Tamam, Tanrı değilsin, ama defalarca hep yek geldiğini görüp, aynı şeyi yapmaya devam ediyorsan, buna sözlükte bir sıfat yakıştırırlar. Ben söylemeyeyim, hadi Einstein tamamlasın: “İki şey sonsuzdur: Evren ve insanın aptallığı. Ama evrenden emin değilim!”
Yalnızlığı sadece yanına birini bulunca geçecek bir hastalık olarak algılıyorsan, senden âlâ yalnız yok. Tarkovsky’nin dediği gibi “Kendinizi, kendinizle vakit geçirirken sıkılmayacak” biçimde yetiştirmezseniz, şifayı başkalarında aramaya ve her defasında kaybetmeye mahkum olursunuz.
Ama burası Kaybedenler Kulübü değil ve viski içerek bas bariton sesimle size ahkâm kesmiyorum. Ali Şeriati’nin beyan etmiş olduğu gibi: “Sizi rahatsız etmeye geldim”, çünkü ben bir esrar ya da eroin miyim ki, beyninizi uyuşturayım?
Bir kartala özeniyorum. Sınırları olmayan gökyüzünde, stratosfere kadar yükselemiyor belki ama, sınırsızca uçabilme özgürlüğüne haiz ve şarj etmesi gereken bir telefonu yok. Kartalın beyni insana göre küçüktür. Peki büyük beyinli insan, neden küçük beyinli kartal kadar olamıyor? Uçamadığı için mi, yoksa aptallığından mı?
Uçamadığı için diyenler diskalifiye oldular bile.
Açık Fikir kategorimizi keşfetmeye devam etmek isteyenler için: Yeni Dünyanın Cesur İnsanı, Kendini Tanımaya Cesaretin Var Mı?