***
Sen rahat ol Arif Damar Yoldaş
Bir şairimiz der ki; “Bütün ölümler erken ölümdür.”
Bizce bu söz gerçeği yansıtmamaktadır. İçlerinde 17 yaşındaki Erdal Eren de dahil olmak üzere onlarca genci, “Asmayalım da besleyelim mi?” diyerek astıran, 12 Eylül Faşist Darbesi’nin Başgorili, Amerikan uşağı; Paul Henze’nin Oğlanı, insan sefaleti, 90 küsur yaşındaki Kenan Evren ölse, “erken öl”müş mü olacak? Yine benzeri Tahsin Şahinkaya ölmüş olsa, “erken öl”müş mü olacak?
Şili’de Sosyalist Devlet Başkanı Salvador Allende’yi, ABD ve CIA tezgâhı bir faşist darbeyle deviren ve on binlerce masum insanı katleden faşist Pinochet 90 küsur yaşında öldü. Erken mi öldü?
Yüz binlerce namuslu aydını, demokratı, devrimciyi katlettiren faşist Franco, o da 90 küsur yaşında ölmüştü. Erken mi öldü? Kesinlikle değil! Hepsi de çok geç öldü…
Bunlar için en doğru tespiti Friedrich Nietzsche yapar:
“Keşke hiç doğmamış olsalar böyleleri” der, ünlü eseri “İşte Böyle Dedi Zerdüşt” ünde.
Yaşam ve ölüm üzerine de yine doğru-gerçekçi görüşleri F. Nitsche ortaya koyar. Aynı eserinde şöyle der:
“Çoğu insan çok geç ölür, bazıları da çok erken. “Zamanında ölmesini bil: İşte budur Zerdüşt’ün öğrettiği.”
Evet, çoğu insan da zamanında ölmesini bilmez.
İnsan çok iyi niyetli olsa bile haddinden fazla uzun yaşarsa pusulasını şaşırabilir. Uzun yaşamak tuzaklara düşme riskini de beraberinde getirir.
Hele hele insan, insancıl ideallere sahipse, mevcut Parababaları düzenine karşıysa, onların sömürü, vurgun ve talanlarına karşıysa, özetçe, AB-D Emperyalistlerinin ve onların yerli işbirlikçilerinin, insanı hayvan yerine koymalarına isyan ediyorsa; o zaman çok uzun yaşamak, çok büyük tehlikeleri de beraberinde getirir.
Parababaları ve onların casus örgütleri-CIA, MİT, Kontrgerilla size doğrudan; bedensel ve ruhsal kişiliğinizi, varlığınızı hedef alarak saldırır. Sizi alır tıkar içeriye. CIA’nın 63 yıllık zulüm uygulamalarından edindiği tecrübelerinden ve geliştirdiği işkence tekniklerinden, yöntemlerinden süzdüğü sonuçların ürünü ve son sözü olan insanlık dışı işkenceler uygulanır üzerinizde. Sapık, sarhoş işkenceci cellâtların bazen ölüm tehditleriyle, naralarıyla, bazen de kahkahalarıyla karışık fiziki, psikolojik işkencelere uğratılırsınız. En aşağılık zulümlerle sizi çökertmek ve teslim almak isterler… Sonra da ağır mahkûmiyetlere uğratılırsınız. Zindanlarda tutulursunuz senelerce…
Ne acıdır ki zalimler, kan içiciler çoğu zaman başarılı olurlar ve amaçlarına ulaşırlar bu canavarlıklarında.
Hatırladığıma göre, 1990’lı yılların ikinci yarısıydı. Arif Damar Yoldaş, böyle acıklı durumlara düşen bir eski yoldaşındansöz ediyordu, “Gündem” de çıkan bir yazısında. 1950’li yılların TKP Tevkifatlarından birinde, birlikte içeriye düştükleri bir kadın yoldaşlarının yürek parçalayan hikâyesini anlatıyordu.
Bu genç kız, İstanbul’un burjuva ailelerinin birinin iyi eğitim görmüş bir kızıymış. Kız melek kalpliymiş. Sınıfına sırtını dönmüş, ezilen ve sömürülen halk kitlelerinin safında yer almış. Tevkifatta içeriye düşmüş, yoldaşlarıyla birlikte. İşkencelerden geçirilmiş. Sonra da hapislik yılları…
Aile telaşa düşmüş… Kız cezasını bitirip-çekip dışarıya çıkar çıkmaz alıp Amerika’ya götürmüş, her an her türden tehlikeyle yüzyüze olan Komünist Yoldaşlarından koparabilmek, uzaklaştırabilmek için. Kız da gitmiş. Belki rızasıyla, belki de zorlamayla… Orasını bilemiyoruz.
Ailenin orada da bağlantıları var. Oraya ısındırmış kızı. Ve kız bir daha dönmemiş Türkiye’ye… Yine hatırladığıma göre bir Amerikan vatandaşıyla evlenmiş, Amerikalı olmuş, böylece kendisi de… Ülkesini de davasını da unutmuş…
Üzüntüyle ama anlayışla söz eder Arif Damar Yoldaş, bu eski kadın arkadaşlarından… Böyle sert kavgalar için yetiştirilmemişti. Göğüsleyemeyeceği darbelerle karşılaştı. Ve çöktü, teslim oldu, der. Onu özenli istihdam edebilirdik, tehlikelerin uzağında tutabilirdik, taşıyabileceği görevler verebilirdik; belki o zaman kaybetmezdik, der… Belleğim beni yanıltmıyorsa…
Devrimciler için tehlikeler, sadece böyle cepheden gelen saldırılardan ibaret değildir.
Bazen de sizi işinizden ederler. Böylece ezmek, hizaya getirmek isterler…
Bazen de size tatlı, cazip tekliflerde bulunurlar. Siz çok kaliteli birisiniz. Sizin ortaya çıkardığınız emek çok kıymetlidir. Bu nedenle sizin işgücünüzün fiyatı çok yüksek olmalıdır. Sizi şu kadar maaşla işe alıyorum, der. Size yüksek ücretler öder. Siz bir süre sonra gevşer, çözülürsünüz. Rahat yaşamaya ve işvereninize alışırsınız. Seversiniz onları… Tabiî bu arada devrimci değerler sisteminden uzaklaşırsınız. Dönüşürsünüz, belki farkına bile varmadan. Bambaşka bir adam ya da insan olursunuz. Ve artık devrimci değilsinizdir… Yarım ya da tam bir döneksinizdir. Yerli-yabancı Parababalarının emrinde ve hizmetindeki satılmışlar medyasında, pezevenkler medyasında, ikoncanlar medyasında velhasıl alçak hainler medyasında el üstünde tutulursunuz artık. On binlerce dolarlık aylık maaşlara bağlanırsınız. Milyon dolarlara o medyadan o medyaya transferler edilirsiniz. Finans-Kapitalistler medyasının tüm köşebaşları işte böyle dönekler tarafından tutulmuştur. Kimi aile boyu dönektir, Altanlar gibi, kimi dönekliğinin kitabını yazar, Hasan Cemal gibi…
Bazen makama, koltuğa satılırsınız. Milletvekilliği, bakanlık, başbakanlık uğruna geçmişte savunduğunuz değerler sisteminden vazgeçersiniz. Tam bir AB-D uşağı-hizmetkârı olursunuz. Rahmetli Bülent Ecevit işte böylelerindendir. Geçmişte-altmışlı, yetmişli yıllarda, “Toprak işleyenin, su kullananın”, “Ne ezilen ne ezen insanca hakça bir düzen”, derdi. Sonradan yüreği yetmeyip çark etmiş olsa da CIA yönetimindeki Kontrgerillaya-Süper NATO’ya karşı çıkmaya çalışırdı.
1995’te koltuk-yeniden başbakanlık koltuğuna oturtulmak karşılığında tüm bu değerlerinden vazgeçti. AB-D uşağı oldu.
1999 Gölcük Depreminde, on binlerce (tahminen 35-40 bin civarındadır) masum insanımız yıkıntılar altında yatarken (tabiî insanlarımızın cesetleridir, yıkıntılar altında olan) AB-D’nin emri üzerine “Mezarda Emeklilik Yasası” nı çıkardı. İnsanlarımız deprem şoku içindeyken bunun pek farkına varamaz, diyerek yaptı bu halka ihaneti. Böylece de çalışan ve ezilen genç insanlarımız için emekliliği gerçekleşmesi imkânsız bir hayal haline getirdi…
İşin en acıklı tarafı Ecevit’in şu sözüydü:
“Irak’ta kitle imha silahları olduğuna dair, Amerika için yeterli kanıt varsa, bizim için de var demektir…”
Bu söz, Ecevit’in tam bir AB-D uşağı ve insan sefaleti haline geldiğinin-dönüştüğünün açık, kesin kanıtıydı. O artık kendi namuslu geçmişine düşmandı. Onu yok etti sonunda da…
Bu nedenle Ecevit çok geç ölmüştür. Keşke on yıl az yaşasaydı, 1995’te ölseydi, diyoruz biz. O zaman namuslu bir sosyal demokrat olarak ölecekti. Ve herkes saygı duyacaktı. Ama zamanında ölmesini bilemedi… Ve kendi namuslu kişiliğini öldürdükten sonra bir sefalet, bir AB-D uşağı olarak öldü…
Zamanında ölmesini bilemeyenlerin en önemlilerinden biri de Başkan Mao Zedung’dur. Dünyanın nüfusça en büyük ülkesinde gerçekleşen Burjuva Demokratik ve Sosyalist Devrime önderlik etmiştir Mao. 1963’e kadar da son derece doğru, tutarlı bir hat izlemiştir.
Süleyman Ege’nin yönettiği Bilim ve Sosyalizm Yayınları’ndan çıkan “Pekin Moskova Çatışması” adlı kitapta derlenen mektupları okuduğumuz zaman Mao tarafından kaleme alınan ÇKP imzalı mektupların doğru devrimci çizgiyi savunduğunu görürüz.
SBKP’ye ait mektuplarınsa yanlışlarla, sapmalarla dolu olduğunu görürüz. Yani 1963’e kadarki tartışmalarda kesinlikle haklı olan taraf ÇKP’dir, Başkan Mao’dur.
Fakat Mao o yıllarda ölmeyi bilemedi. Eğer o zaman ölmüş olsaydı, ÇKP ve Çin Halk Cumhuriyeti bugünkü gibi adım adım burjuva siyasetine ve kapitalizme kayıyor olmayacaktı. Çok daha tutarlı bir çizgide olacaktı.
Fakat Mao yaşamaya devam etti. Aklî melekeleri zayıfladı. Beyin hücreleri azaldı. Sağlıklı düşünemez oldu. Böylece de olayları doğru göremez, doğru değerlendiremez oldu.
Küçükburjuva zaafları öne çıktı. Mao sosyal şovenizme savruldu.
“Çin dünyanın en kalabalık ülkesidir. Niye siyasetin de, bilimin de, kültürün de merkezi olmasın?” dedi. Bu amacına ulaşabilmek için de Sovyetler Birliği’ne ve Sosyalist Kamp’a saçmalamalarla-ipe sapa gelmez tezlerle saldırmaya başladı. Bir devrimcinin ufku, böyle çok geniş olabilir. Böyle niyetler taşıyabilir. Ama o zaman da yapılması gereken, gerçek devrimci bir hatta bütün güçleri seferber ederek, her türlü fedakârlığı göze alarak çalışmak olmalıdır. Başarmak olmalıdır. O zaman bileğinin hakkına o ülke, böyle bir yere yani zirveye ulaşabilir.
Ama Mao ve ÇKP ne yaptı?
Şu anda Uluslararası Proletarya Hareketinin merkezi konumunda olan ülke Sovyetler Birliği’dir; ben onunla uğraşarak, onu geri plana itebilirsem yerine geçerim, diye düşündü. Yani esnafça ya da sermaye sınıfına özgü bir plan yaptı. Ve Sovyetler’i suçlamak için Antimarksist zırva tezler üretti. Antimarksist “Sovyet Sosyal Emperyalizmi” ve “Üç Dünya Teorisi” adlı sözde teorileri üretti. Bunun sonucunda da ABD Başkanı Richard Nixon’la yani ABD Emperyalistleriyle, Sovyetler Birliği ve Sosyalist Kamp’a karşı gizli ittifak yaptı.
Angola’da, AB-D Emperyalistlerinin örgütü UNİTA’yı destekledi, devrimci MPLA’ya karşı. Sovyetler’e ve Sosyalist Kamp’a karşı, tabiî MPLA’ya da karşı, MOSSAD’la işbirliğine gitti. Velhasıl sosyal şovenizmin bataklığının içinde debelenip durdu… 1976’da öldüğunde tutulacak, ele alınacak bir tarafı kalmamıştı.
Yani Mao da zamanında ölmesini bilemeyenlerin en önde gelenlerindendir. O nedenle biz yine diyoruz ki, keşke Başkan Mao 1963’te ölseydi. İnsanlığa ve uluslararası harekete çok büyük iyilik etmiş, faydalı olmuş olurdu o zaman. Ama olmadı…
Keşke Kenan Evren ve benzeri faşist diktatörler hiç doğmamış olsalardı.
Keşke, Parababalarının satılmış medyasının köşebaşlarını tutmuş insan sefaleti dönekler onlarca yıl önce yani henüz namuslu iken, devrimci iken ölmüş olsalardı. O zaman insan olarak ölmüş olacaklardı.
Keşke B. Ecevit 1995’ten önce, Mao 1963’ten önce ölmüş olsaydı. Zamanında ölmesini bilmiş olacaklardı…
“Her ölüm erken ölümdür” dizesi çok parlak, cilalı, afili bir cümledir. Ama gerçeklikle uyum ölçütüne vurduğumuz zaman aynı oranda içi boş bir dize olduğunu görürüz.
Arif Damar Yoldaş’ın şiirlerinde böyle dizeler bulunmaz. Has şair Yoldaş’ımız. Onun şiirleri hem yürekten gelen gururla yüklüdür, hem de gerçeklerle tam bir uyum içindedir. Gerçekleri yansıtırlar. Gerçek insanî durumları, yaşanmışlıkları dile getirirler en öz bir biçimde.
O aşkı anlatır:
Gitme kal
Nice nice acıları aklına getir
Bunca yoksulluğu aklına getir
Gözyaşlarını aklına getir “GİTME KAL” var yok dinlemez bir çocuk isteğidir
Gitme aklına getir
Kıraç mı kıraç toprakların üstüne
Güneler açar yağmurlar kesilince
Çırılçıplak kayada yeşerir incir ağacı
Dağların kuytusunda bir uslu çiçek
Dağıtır mavisini kendi kendine
Gitme beraberlik içinde
Nasıl sevinirdik aklına getir
Her şeyi her şeyi aklına getir
Gece yarılarını aklına getir
Söylediklerini aklına getir
Sinsi yağmurlar yağıyordu
Soğuktu
Yaktığımız ateşi aklına getir
Nelerden geçiyorsun aklına getir
Gitme dünyamızın her yerinde
Yorgun eller gülleri derleyince
Ellerin sevincini aklına getir
Güllerin sevincini aklına getir
Ne’çok severdik seni aklına getir
O doğayı anlatır, çiçekleri anlatır.
Aşkı yaşamamış, doğayı gözlemlememiş, sevmemiş bir insan bunları anlatabilir mi?
Dağların kuytusunda bir uslu çiçek
Dağıtır mavisini kendi kendine” diyor.
Dağbaşlarında böyle bizlerin farkına varmadığı, gidip görmediği milyonlarca güzellik var. Onlara dikkat çekiyor Yoldaş’ımız…
Nice nice acıları aklına getir
Bunca yoksulluğu aklına getir diyor.
Çalışanların ve ezilenlerin durumlarını yakından biliyor, onların safında yer alıyor.
Ve dünyanın her yerinde yorgun ellerin bir gün gülleri derleyeceğini söylüyor.
Ellerin de güllerin de o günkü sevincini müjdeliyor. İşçi Sınıfı hareketinin dünya çapında zafer kazanacağından söz ediyor. Ona olan inancını dile getiriyor.
Hayvanları sever Yoldaş’ımız. Hayatın onlarsız olamayacağını belirtir:
Güvercin
Dursa da
Yürüse de
Güvercin der.
Çalılarda, saçaklarda, pencere kenarlarında, cami kubbelerinde ve avlularında, meydanlarda, yol kenarlarında güvercinlerin duruşlarını, yürüyüşlerini dikkatlice, duyarak, severek, hayranlıkla ve mutlulukla izlememiş olanlar bu dizeleri yazamazlar. Güvercinin duruşunda ve yürüyüşünde birbirinden apayrı bir kişilik ve güzellik olduğunu algılayamayan insanlar da o dizeleri hissedemezler, düşünemezler, yazamazlar.
Komünist Şair’imiz insanları sever. İnsan sevgisiyle doludur. “Büyük Hüner” başlıklı şiirinde, insan sevgisi üzerine inşa edilen gerçek devrimci kişiliği hiçbir işkencenin, zindanın yıkamayacağını, insanın dimdik, bir direniş bayrağı gibi ayakta kalacağını anlatır. Böyle devrimciliği yüceltir. Bunun hakkını verir.
Sonra da devrimciliği gelgeç heveslerden kaynaklanan soytarı devrimcileri, korkakları, yüreksizleri ve dönekleri anlatır. Onların sefaletlerini vurur yüzlerine…
Hani bizim, “dönekler Ordusunun satılmış yazarçizerleri” diye tarif ettiğimiz, Parababaları Medyasının tüm köşebaşlarını tutmuş alçakları anlatır.
Bunların önce utandıklarını, sonra da durumlarına alışarak yüzsüzleştiklerini, daha alçaklaştıklarını, iğrençleştiklerini anlatır. Bu alçaklar sürüsüne 1955’ten yani 55 yıl önceden ayna tutar… O zamanlar da vardı tabiî böyle tipler. Ama azdı o zamanlar… Şimdi mebzul miktarda bunlardan. Sürüyle… Hangi televizyon kanalını açsanız, hangi gazeteyi elinize alsanız bunların pişkin, pis, sırıtkan yüzleriyle ve aynı rezillikteki satırlarıyla karşılaşıyorsunuz… Aydın namusundan, insancıl ahlaktan çoktan vazgeçmiş bu şerefsizler sürüsü, Parababalarının satılmış medyasında baş tacı edilmektedir. Yerli-yabancı Finans-Kapitalistler çetesi böyle dönekler kullanmayı çok sever.
Sadece yerli Parababaları değil, yabancıları da bunları çok sever… AB-D Emperyalistleri böylelerini NATO Genel Sekreteri, IMF Başkanı bile yapar. AB örgütlerinin başına getirir. Bunlar AB-D ve yerli satılmışlar, sermaye çevreleri için en güvenilir adamdır. Çünkü bir Arap atasözünde dendiği gibi ; “El hain lâ iflah-Hain iflah olmaz!..”
Şimdi Yoldaş’ımızın bu şiirini görelim:
Büyük Hüner
İnsanları sevmek kolay değil,
bir hürriyet bu
çetindir memleketimde.
Ben ille varım dersen
bir gün pusuya düşersen,
insanları sevmek
büyük hüner.
Bu dünyada yaşadığın şu kadar yıl,
gerçekten, güzellikten, yiğitlikten
payına düşeni alabilmişsen,
vermişsen payına düşeni
gerçek için, güzellik için,
korkusuz direnirsin.
Bilirsin,
bir kere korku düşerse adamın içine,
bir kere koparsa sevdiklerinden,
mümkünü yok
gitti gider.
Söner gözlerinde güzelim ışık
kararır, çirkinleşir yüzü
önceleri utanır belki
sonra vız gelir umurumda olmaz dünya.
İnsanları sevmek büyük hüner
insanlarla beraber.
Yoksul halkımızın bir evladıydı Arif Damar. Asla sınıfını unutmadı. Ona sırtını dönmedi. Onu bilmezlikten gelmedi. Sınıflarüstü sanatçı olma soytarılığına, namussuzluğuna yeltenmedi. Tam tersine her zaman İşçi Sınıfının, yoksul köylülüğün velhasıl çalışan ve ezilen halk kitlelerinin yanıbaşında, onların safında oldu. Onların kurtuluşunun davasını savundu. Sömürü ve zulmün, insanın insanı ezmesinin, insanın hayvan yerine konulmasının sona erdiği bir dünyanın savunucusu oldu. Yani hep Komünist oldu. Namuslu gerçek bir Komünist olarak bedence aramızdan ayrıldı.
Kendisiyle yapılan son söyleşi Kadıköy Life Dergisinin Temmuz-Ağustos 2010 tarihli sayısında yayımlanmıştı. Söyleşiyi Utku Ongun yapmıştı. Şimdi bu röportajdan bir bölüm aktaralım:
“Pişman olduğunuz şeyler var mı?
“Şimdi bana bu bir hikâyeyi hatırlattı. Önceden telefon ettiler benimle röportaj yapmak için. O sırada hafif bir depresyon geçiriyordum. Çok istemedim. “Fazla vaktinizi almayız” dediler. Ben de kabul ettim. Röportaj boyunca arada bir “Pişman olduğunuz bir şey var mı?” diye sordu röportajı yapan. Ben “yok” diyordum. Yine aynı soruyu sordu. Onun niyetini anladım. Ben devrimci oldum, Marksist oldum, hapishaneye girdim, kitaplarım toplatıldı, şiirlerim yüzünden yargılandım. Benden onu istiyordu. İçimden “Seni buraya çağırmaktan çok pişman oldum” demek geçti ama nezaket bırakmıyor… Zaten o röportaj da ben öldükten sonra yayınlanacakmış. On senenin üstünde zaman oldu.
“Size nelerden dava açıldı?
“Bana Türkiye Komünist Partisi’ne girmekten dava açıldı. Ama delil yetersizliğinden beraat ettim. İki sene yattım. Sonra hapishaneden çıkmak istemedim çünkü bütün arkadaşlarım içerideydi. Dışarıya çıkınca aç kalacaktım. Hâkim soruyor, “İstediğiniz bir şey yok mu?” diye, “İstemiyorum” diyorum. Ama hâkim attı beni dışarıya. Nitekim aç kaldım. O zaman dört kişiydik, çay bile yoktu. O kadar zor durumda kaldım. Bir yandan da duruşmaya gidiyordum.
***
“Şair olmak nasıl bir his?
“Ben şair olayım diye şiir yazmadım. Ben yoksulluktan geldim, açlıktan geldim. Annem öldü evde hiçbir kıymetli şey yoktu. Bir makas bir de cacala. (İnce dokunmuş kilim) Şiirini de yazdım cacalanın.”
İşte birkaç ay önce hayatını böyle özetliyordu Arif Damar Yoldaş.
Arif Damar Yoldaş, bu röportajında söylediği gibi, yaşlıydı ama ihtiyar değildi. 1925 doğumluydu. 85 yaşında aramızdan ayrıldı. Erken öldü. Çünkü yüreği de aklı da gençti. Halkına faydalı olmaya-onun davasını savunmaya devam ediyordu.
Biz diyoruz ki; “Sonsuz dinlenişinde rahat ol Arif Damar Yoldaş! Davanı, davamızı biz gerçek devrimciler kararlılıkla savunmaya devam ediyor. Davamız er geç zafer kazanacak. Yeneceğiz bu zulüm düzenini.
İnsanlık tek bir Sosyalist aile olacak!..