Şengül Yiğit – İSTANBUL’DA ERGUVAN ZAMANI

Biz İstanbul’u ve Boğazı ihmal edenlerin, tabiatın Boğaziçi’ni pembeleştiren erguvan larından haberi yoktur. Şimdiye kadar olanlar geçti, bu sene de geçmek üzere. Vaktiyle, geçen asırda erguvan Şeyh Galib gibi şairlere, Ahmed Vefik Paşa gibi mütefekkirlere ilham vermiş.

Şeyh Galib; Gül mü güler, erguvan mı ağlar, diyor. İ kisine de bakmalı. Ahmed Vefik Paşa erguvan zamanı Rumeli Hisarı’nda kütüphanesinden dışarı çıkarak bahçesinde erguvanların altında hava serin bile olsa oturmaktan zevk duyardı.

Erguvan ı kargalar tahrip eder. Ya bizler bakmamakla ne cefalar çektiriyoruz. Öyle diyeceğim geliyor ki biz de dönüp seyretmemekle onların pembeliklerini yok ediyoruz.

ERGUVAN Farsça bir renk ismidir. İsmi rengidir. Gidenler hırsla ondan dallar koparır. Olmaz böyle şey. Zira suda, yerinde olduğu kadar güzel durmaz ve küser devam etmez, hem bu vefasızlık neye?
Neden İstanbul’da Mayısa erguvan demezler. Neden Boğaziçi’ne Erguvan Boğazı demezler, aklım ermez. Nedir bu tabiatı sevmemek ve ondan hislerimizi zenginletmemek?

Yine İstanbullular değil de Erguvan Boğazın tadını çıkarıyor.
İstanbul’da, “erguvan zamanı” baharın en güzel dilimi. Benim doğum günüm arifesinde, önce kandil kandil at kestaneleri dallara yürür. Sakız beyazı manolyalar kapıdadır, ama rüzgârın sertlik dozuna göre nazlanırlar. Manolya hep dalında durmalı, koparılmamalıdır. Kazara koparıldı ise, asla koklanmamalıdır; anında sararıp solar. Yaa, taze gelinin nazından beter…

At kestaneleri nin kırmızısı da var. Ama, o kırmızının tam tonunu anlatmakta benim kelime hazinem kifayetsiz kalıyor. Nar çiçeğinin en kırmızımtırak koyu tonu mu desem, yoksa gül kurusundan kırmızıya geçerken ki son istasyon mu? Gel de, çık işin içinden. Harika bir şey. Boğaziçi ‘nde, her iki yakada da, birkaç yalının bahçesinde nadide numunelerimiz mevcut. Her bahar nefesimi tutuyorum, başlarına bir şey gelmiş olmasın diye… Sonra, o kızıl kandilleri görünce, ruhumda bir ferahlık ki, sormayın gitsin. Bu sene de varlar; bir tatil günü atlayın gidin, görün.

Erguvan, Boğaziçi, Çatalca ve kısmen Adalar’ın süsü… Birileri, her koru ya da orman yangınından sonra, nedense, şehrin orasında burasında çam ormanları kurmaya kalkar. Beyhude çaba diye buna deniyor herhalde… Büyük, geniş yapraklı ağaçlar ekilmeli ki, yanlıştan dönülsün, ağaçlar da kolay tutuşmasın. Zira, çam dediğin bir kibrit çakmaya bakıyor. İğne yapraklılar, adı üstünde, Marmara çırası gibi bir anda kül oluyor.

Bu şehr-i İstanbul’un bulvarlarını ise, ıhlamur ve erguvan ağaçları ile bezemek şart. Avrupa’da çoktan uyandılar, boş buldukları her yere ıhlamur ekiyorlar. Küçüksu’da anayol girişinde, iki yanda ıhlamur ağaçları var. Haziran başında, hele dingin gecelerde burcu burcu kokar. Sanki, ağır kokudan sokağa giremezsiniz. Rüzgâr efil efil estiğinde, ıhlamur kokusu taa balkona taşınır. Ihlamur koklamak için, balkona çıkış bahaneleri yaratılır. Çamaşır çoktan toplanmıştır, ama, her nasılsa, biri balkonda unutulmuştur. Sonra, “Ya, çiçekleri sulamış mıydık?”a sığınılır.

Papatya ların hükümranlığı altındaki çayır çimende ise, bizim karşıdaki korumuz da dahil, her yanı çoktan, mini minnacık mine çiçekleri, ebegümeci ve hindiba sarmıştır.

Ruhlarımızı ise, erguvanın eflatuni pembeliği . Yeni yetme yaşlarımdan beri, Boğaziçi’nin yamaçlarını hiçbir mahir çiçekçinin beceremeyeceği tarifsiz güzellikte buketlerle süsleyen erguvan ağaçlarının varlığını, kendi servetimmiş gibi benimsedim

Kışın yapraklarını döküyor. Çiçekler gövdeden doğrudan çıkıyor. Sonradan süren yaprakları koyu yeşil, yürek şeklinde. “Yürek yapraklı” bir ağaç, ne büyük nimet!.

Erguvan zamanı, Osmanlı’da 18. ve 19. yüzyıllarda padişahların Boğaziçi’ne sandal sefalarını başlattığı günlerdi.

Düşünsenize, kış, yaz ya da bahar olsun, günbatımına yakın, her şeyden bıkıp kendinizi sahile attığınızda, güzelim ağaçlıklı yolun sonunda, sizi işlemeleri abartılı bir kasır karşılar. Küçüksu kasrı ağaçların serinliğinin altına girdiğiniz anda, Boğaziçi’nin trafik gürültüsü geride kalır. Sakin, latif bir gezinti sizi bekler.

Denizin iyot kokusu, esintisi, güneşin cilveli ışık oyunları, her günü bambaşka bir renk cümbüşüdür. Hem de, tarih… İsmini namlı dereden alan kasır, yaz aylarında gerisindeki çayırda kaynayan kocaman mısır kazanları ve koşuşan çocukların neşeli sesleri ile bir bütündür.

Denize bakar, düşüncelere dalar, kasıra bir “Merhaba” deyip gezintiyi Göksu kahvede tamamlarsınız. Zira, demli çaylar sizi bekliyordur.

Çayınızı içerken benim de kulaklarımı çınlatırsınız!

Selam,sevgi ve dua ile……

Şengül YİĞİT / www.heykadin.com

Davranış Bilimleri Uzmanı

İstanbul Kadın Platformu Dernek Başkanı

www.sengulyigit.com