Türkiye Ekonomisine Genel Bir Bakış-Ali Tigrel

Sorunlar, Riskler ve Öneriler

  1. Giriş

Özellikle son 4-5 yıl içinde, ekonomideki sıkıntıların giderek arttığını ve hatta tedbir alınmadığı takdirde fırtınalı denizlere sürüklenebileceğimizi yazı ve analizlerimle ifade etmeye çalıştım. Fakat yapılan hatalardan ders çıkartılmadığı gibi gerek ekonomide gerekse de dış politikada olmaması gereken şeyler yapıldı. Türkiye ekonomisi 2022 yılına ciddi sıkıntılar içinde girmiş bulunuyor. Neden böyle oldu?   2022 yılında ne gibi gelişmeler olabilir? Karşı karşıya olduğumuz riskler nelerdir? Ne gibi tedbirlerin alınması zorunludur? Bu yazımızda bu tür soruları yanıtlamaya çalışacağız.

  1. 2020 Başındaki Görünüm

İçinde bulunduğumuz durumu daha iyi anlayabilmek bağlamında, 2020 yılı başına, bir başka deyişle salgın öncesine dönelim ve Türkiye ekonomisinin o zaman noktasında sergilediği manzaraya kısaca bir göz atalım. Yaklaşık iki yıl kadar önce yaptığım bir değerlendirmede Türkiye Ekonomisinin karşı karşıya bulunduğu temel sorunları şu şekilde özetlemiştim:

Birincisi, ülkemizde kişi başına düşen milli gelir son on yıldır artmamış; hatta son iki yıldır kur gelişmelerine bağlı olarak gerilemiştir. Orta Gelir Tuzağı denilen sarmalın içinden çıkamadığımız gibi çıkmamız da giderek zorlaşmaktadır. Türkiye, ne yazık ki, iktisat literatürüne temel günah olarak geçen ekonomi politikası günahını yıllardır işlemektedir. Bir başka deyişle, yabancı para cinsinden gittikçe artan oranda borçlanarak sağladığı kaynakları doğru alanlarda kullanmamıştır. Sadece inşaat sektörüne gaz vererek, gereğinden çok fazla cami dikerek, yeni köprüler inşa ederek, ihtiyacın çok üzerinde AVM’lerin yapılmasına izin vererek, olanları doğru dürüst kullanmayı denemeden yeni havaalanları yaparak, yeni hastaneler dikerek güçlü bir ülke olunamayacağı bir türlü görülememiştir. Kaynaklar/Harcamalar dengesi göz ardı edilmiştir. Bugün geldiğimiz noktada dış borç/milli gelir oranı Cumhuriyet tarihinin rekorunu kırmış vaziyettedir.

İkincisi, işsizlik sorunu yapısal ve sistemik bir boyuta erişmiş bulunmaktadır. Bunun en çarpıcı göstergesi ise ne eğitimde ne de istihdamda olan gençlerin oranıdır. Bu oran, geniş tabanlı veriler bazında yüzde 34 ile OECD ülkeleri arasında birinci sırada yer almaktadır. Bir başka deyişle, atıl olarak sistemin dışına itilmiş gençlerin, tüm genç nüfusun üçte birine ulaştığını göstermektedir. Bu olumsuz görünüm kaynakların iyi kullanılmadığı, istihdam ve yüksek katma değer yaratıcı yatırımların yapılmadığı yönündeki görüşümüzü teyit etmektedir.

Üçüncüsü, enflasyon-faiz ilişkisinin yanlış kurulması ve enflasyon verilerine göre aşırı sert faiz indirimlerine gidilmesiyle kurlarda yukarı yönlü bir dinamiğin harekete geçmesine neden olunmasıdır. Bunun sonucunda hem dış borç servisi hem de rezerv durumu bakımından ciddi sıkıntı yaratılmış, aynı zamanda tasarruf oranının çarpıcı şekilde düşmesine yol açılmıştır.

Dördüncüsü, ülkenin ciddi bir itibar kaybına uğramasının ve yabancı yatırımcıların isteksizliğinin ekonomik ivme kaybının telafisini zorlaştırmasıdır. Uluslararası Şeffaflık Örgütünün 2019 yılı raporu bu durumun yolsuzluk algısı, hukuk devleti ilkeleri, basın özgürlüğü, sivil toplumun gücü, örgütlenme ve ifade özgürlüğü gibi konularla doğrudan ilgili olduğunu vurgulamaktadır. Güçler ayrılığı, yargı bağımsızlığı ve tarafsızlığı, liyakat ilkelerine yönelik ihlaller, kamu ihale kanununa aykırı uygulamalar, KÖİ modeli ile yapılan projelerde ve özelleştirme uygulamalarında kamu çıkarına aykırı ihale süreçleri öne çıkan sorunlar arasında görülmektedir.

Beşincisi, biraz da jeopolitik gelişmelerin etkisiyle kreditörlerin Türkiye’yi ikinci ve hatta üçüncü plana atmasıdır. Tabii özellikle 2011 yılından itibaren yapılan büyük dış politika hatalarının bu gelişmede ciddi rol oynadığını vurgulamak gerekir.”

Evet, 2020 yılı başında yaptığımız değerlendirmenin özeti buydu. Covid-19 salgını öncesinde Türkiye’nin, ekonomisi oldukça kırılgan bir yapı sergileyen, izlediği ekonomi politikaları tartışmalı, yabancı yatırımların ilgisini önemli ölçüde kaybetmiş, kaynaklarını rasyonel şekilde kullanamayan bir görünüm verdiğini anlatmaya çalışmıştık. Bu noktadan hareketle de Covid-19 salgınının Türkiye ekonomisinin zaten var olan sorunlarını daha da derinleştireceğini ve dolayısıyla sıra dışı önlemlerin öncelik ve ivedilik kazandığını vurgulamıştık.

  1. 2021 Sonu Görünümü

Aradan iki yıl geçti. Yukarıda özetlemeye çalıştığımız sorunlar azalmadı, bilakis arttı. Çünkü, söz konusu sorunların üzerine gidilebilmesi için yapılması gerekenler yapılmadı. Küresel ekonomide yaygın kabul görmüş Ortodoks yaklaşımlar akıllara bile gelmedi.

2021 yılı ikinci yarısında, Merkez Bankası’nın başlattığı faiz indirimlerine gelince, bunların modern iktisat anlayışına, kuramsal ve tatbiki bilgi birikimine ve makul gerekçelere dayandırılabilecek hiçbir mantıki açıklaması yoktur. 2021 yılı sonu itibariyle, on iki aylık resmi tüketici enflasyonu yüzde 36, gerçek tüketici enflasyonu bunun çok üzerinde iken, politika faizinin yüzde 14 olması akla zarar bir durumdur. “ Net eksi reel faiz ” ürkütücü düzeylere çıkmıştır. Bu akıl dışı durumun sürdürülmesinin matematik sonucu kur-enflasyon sarmalına girilmesidir. Nitekim, enflasyon tetiklenmiştir.

Yeri gelmişken egemen siyasetin anlayamadığı veya göz ardı ettiği önemli bir noktaya kısaca değinmekte yarar görüyorum. Açık bir ekonomide nominal faizler üç bileşenden oluşur. Bunlar sırasıyla doğal faiz oranı, enflasyon beklentileri ve ülke risk primidir. Ülkeler arasında farklılıklar olsa da doğal faiz oranı sabittir. Enflasyon beklentileri ülkenin makro ekonomik dengeleriyle bağlantılı bir sonuçtur. Risk primi ise ülkenin siyasi ve ekonomik istikrarı ile ilgilidir. Faizler emirle indirilmez. Faizler ancak ve ancak enflasyon beklentileri ve ülke risk primi azaltılarak düşürülebilir. Enflasyonun düşürülmesinin ön koşulu makroekonomik istikrardır. Ülke risk priminin azaltılması ise doğru ve şeffaf ekonomi politikalarının varlığına bağlıdır.

Özellikle son on yılda yapılan büyük politika hataları ve söylem bazında ortaya konulan fakat ciddi bir hazırlık altyapısı olmadığı için sonuç vermeyen ve unutulan model çalışmalarından sonra şimdi de iktisadi hiçbir temeli olmayan “ faiz sebep enflasyon sonuçtur ” anlayışına (!) dayalı yeni ekonomi politikasına gelince, bunun maalesef çok ciddi bir iç tutarlılık sorunu olduğunu düşünüyorum. Şöyle ki;

Yukarıda sıraladığım nedenlere bağlı olarak egemen siyasetin değersiz para birimi yoluyla ihracatı arttırarak ve ithalatı azaltarak ekonomik büyümeyi ve istihdamı arttırmayı amaçlayan yeni ekonomi politikasının çelişkili olduğunu düşünüyorum. Ekonomi politikalarının inandırıcılığının ön koşulu uygulamanın başarısı için şart olan siyasi, ekonomik, sosyal ve hukuki altyapının yeterli olmasıdır. Bu yeterlilik olmadan ortaya konan bir modelin başarılı olması zordur . Şu anda içinde bulunduğumuz koşullarda kuramsal ve zamanlama olarak yanlış bir faiz politikasına dayandırılmış bir modelde ısrar edilmesi faydadan çok zarar getirebilir. Aralık sonunda bankacılık sektörüne getirilen ve bana göre örtülü faiz içeren bir mevduattan başka bir şey olmayan kur korumalı mevduat hesabı uygulaması ise esas sorunu çözme kapasitesine sahip değildir. Unutmayalım ki ekonomik mucizeler popülist siyasal söylemlerle gerçekleşmez. Liyakat sahibi kadrolar, iyi planlanmış ayrıntılı ve tutarlı bir program, ülkenin tüm katmanlarının desteği yanı sıra dengeli uluslararası ilişkiler gerektirir.

Kur Korumalı Mevduat uygulamasına gelince, bunun muhtemel sorunları olan ve gereksiz bir yaklaşım olduğunu düşünüyorum. Çünkü, ekonomide konulan her hedef için dolaysız bir enstrüman gerekir. Kurun yükselişini dizginlemek için faizlerin arttırılması ve eş zamanlı olarak da tutarlı bir ekonomik programın açıklanması gerekirdi. Finansal mühendislik oyunlarıyla temel unsurların değişebileceği beklenmemelidir.

Kur Korumalı Mevduat, vadeli mevduata karşılığı olmayan ve kur hareketine bağlı bir opsiyon vermektedir. Opsiyon vade sonunda değer kazanırsa, maliyetini Hazine ödeyecektir. Aksi olursa, Hazineye gelecek bir maliyet olmayacaktır. Kurun, büyük sermaye hareketleri olmadığı sürece, enflasyona bağlı olarak yükselmesi beklenmelidir. Bir başka deyişle, bu uygulama vadeli mevduatı dövize ve dolaylı olarak da enflasyona endekslemektedir. Vadeli mevduatın döviz mevduatına kaymasını bir süre önlemeye veya yavaşlatmaya faydası olabilir. Ancak yanlış politikalarda ısrar edilirse esas sorunun çözülmesi mümkün değildir.

İçinde bulunduğumuz zor dönemden çıkabilmemiz için yukarıda sıralamaya çalıştığım tüm hususların mercek altına alınması ve politikaların bunlara göre şekillendirilmesini gerekli görüyorum. Düzlüğe çıkmanın önkoşullarından bir tanesinin de yozlaşmanın engelleneceği ve yolsuzluğa bulaşanların işinin çok zor olacağı bir sistemin kurulması olduğunu düşünüyorum. Tüm bunların yanı sıra ekonomi ve dışişleri yönetimlerinde iş bilen liyakat sahibi kişilerin kilit görevlere getirilmesinin, Merkez Bankası ve TÜİK gibi kurumların bağımsızlığı konusunda hiçbir kuşku bırakılmamasının, kuvvetler ayrılığına işlerlik kazandırılmasının, yargının bağımsızlığı ve tarafsızlığının teminat altına alınmasının şart olduğuna inanıyorum.

Tüm bunlar yapılmazsa ne olur veya olabilir?

Bu noktada, karşımızdaki önemli risklere kısaca göz atmakta yarar vardır.

  1. Riskler

  1. Öneriler

Önce hemen belirteyim. Kanaatimce Türkiye Ekonomisi yukarıda özetlemeye çalıştığım riskleri azaltacak ve dengeli bir büyüme sürecine girebilecek potansiyele sahiptir. Yeter ki doğru ve şeffaf politikalar izlenebilsin. Bu bağlamda ilk akla gelen hususlar şunlardır:

  1. Sonuç

Türkiye Ekonomisinin bir kriz içinde olduğu açıktır. Fakat şeffaf, doğru ve güven verici politikalarla bu krizin aşılması mümkündür. Yukarıda özetlemeye çalıştığım öneriler ekonominin düzlüğe çıkabilmesi adına aklıma gelen ve Türkiye’yi yönetenlerin dikkatine sunmayı bir görev olarak telakki ettiğim hususları içermektedir.

Unutmayalım ki sermaye ile barışık olmayan, toplumsal mutabakatı göz ardı ederek sağlayamayan ve toplumsal mutabakatı evrensel mutabakat düzeyine çıkartamayan toplumların refaha ulaşmaları ve yarının dünyasında saygın bir yer edinmeleri mümkün değildir.

Not: Bu yazıya yaptıkları gönderimlerle katkı sağlayan değerli hocalarımız Prof. Dr. Aziz Konukman’a, TCMB eski başkanlarından Prof. Dr. Bülent Gültekin’e ve değerli plancı arkadaşım Latif Tuna’ya teşekkür ederim.