Türkiye-Suriye sınırında ABD-PYD işbirliği bağlamında geçmişten günümüze Osmanlı devletin köklü güçlü tarihi ve sömürgeci, emperyalist devletlerin yıkımını hazırladıkları Osmanlı İmparatoruluğu’nun küllerinden Atatürk ve arkadaşlarının Türk milletiyle verdiği Kurtuluş Savaşı sonunda yarattıkları çağdaş Türkiye Cumhuriyeti’nin glişimini ve geçmişle bağlantısını zaman dizinli anımsamakta yarar vardır. Amerika Birleşik Devletleri (ABD) Türklerin tarihi ile kıyaslanamayacak hatta dikkate alınması en son düşünülecek genç bir devlet olarak 1783’te İngiltere Krallığı ve sair kolonici, sömürgeci devletlerden bağımsızlığını kazanmıştır. Günümüzün “Amerikan Ulusu”, Amerika Kıtası dışından göç eden, ülkelerinden çeşitli nedenlerle kaçan, nitelikli, niteliksiz çok farklı kesimlerden insanların oluşturduğu bir yeni ulustur. Bu yeni oluşan ulus zengin ve bakir topraklara, yerli halkı-Kızılderilileri yerlerinden, yurtlarından sürerek, hatta imha ederek, el koyarak, sahip olmuşlardır. Bağımsızlık ilanıyla kurulan bu genç devlet kısa sürede kendine özgü bir yapı oluşturmuş ve dikkate değer ölçüde bilim ve teknoloji alanlarında köklü değişikliklerle, yarattığı yeni teknolojilerle olağanüstü ilerlemeler kaydetmiştir. Zamanla sömürgeciliğin yerini alan emperyalizmin kalesi olmuş ve günümüzde de Dünya’da jandarmalığa soyunmuş kendi çıkarından başka değer tanımayan hale gelmiştir. İşte bu devlet 1700’lü yılların sonuna doğru Akdeniz’de de ticaret yapmayı öngörmüş ancak ticaret gemilerine Cezayirli denizciler tarafından el konulmuştur. O zaman ABD, Cezayir, Trablus ve Tunus ile anlaşma imzalamak zorunda kalmış ve 20 yıl boyunca 12 bin altına eşdeğer askeri malzeme vermeyi kabul etmiştir. Anılan kuzey Afrika topraklarında hükmü geçen Osmanlı Devleti olduğu için ABD Osmanlı ile 1830’da Seyr-i Sefâin Ticaret Anlaşması imzalanmıştır. Bu anlaşma ile ABD’ye kapitülasyonlara benzer haklar verilmiştir. ABD 1831’de İstanbul’da maslahatgüzar, 1845’te konsolosluk açmıştır. 1840-1850 arasında ve daha sonra ABD Osmanlı İmparatorluğu topraklarında misyonerlik çalışmalarını artırmış, ilk, orta ve yüksek düzeyde eğitim veren okullar açmıştır ki bunların önemli bir kısmı ruhsatsız okullardır. Bu faaliyetlerin milliyetçiliği desteklediği ve misyonerliklerin özellikle Ermeni ayaklanmasını destekledikleri görülmüş ancak etkin tedbir alınamamıştır. 1830’da imzalanan anlaşma hükümlerine göre Amerikan vatandaşlığına geçenler Osmanlı devletine döndüklerinde imtiyazlı konuma geçiyorlardı. Bundan yararlanan 70.000 kadar Ermeni 1900’lü yılların başından itibaren geri dönmüşlerdir. Osmanlı İmparatorluğu ve ABD 1874’te suçluların iadesi anlaşmasını imzalamıştır. Osmanlı ABD diplomatik ilişkileri 1917’de sona ermiştir. 1923’te ABD’den Lozan desteği almak ve yeni Türkiye Cumhuriyeti devleti ile ABD ilişkilerini geliştirmek için Chester Teşviki Meclisten geçmiştir ancak ABD Lozan Anlaşması’na imza koymamıştır. İki ülke arasında 1927 yılında diplomatik ilişki kurulmuştur. İnönü ve Roosevelt 1943 yılında Kahire’deki Müttefik Konferansı’nda buluşmuştur. Bu dönemde başta Boğazlar ve toprak talebi olmak üzere artan Sovyet istekleri genç Türkiye Cumhuriyeti ile ABD yakınlaşmasına yol açmıştır. 1947’de Truman Doktrini bağlamında komünizm ile mücadele çerçevesinde Türkiye Cumhuriyeti devleti bu yardımlardan Yunanisan’a göre daha az yararlandırılmıştır. İzleyen süreçte birçok destek ve yardımlaşma anlaşmaları imzalanmış ve 1948’de Türkiye’nin Marshall Planı kapsamına alınmıştır. Türkiye 1950’de Kore Savaşı’na katılmıştır. Akabinde Türkiye 1952 yılında NATO üyesi olmuştur. 1954’te Adana-İncirlik üssü ABD hizmetine sunulmuştur. Orta Doğu’da güvenliği sağlamak ve savunma oluşturmak amaçlarıyla 24 Şubat 1955’de Türkiye ile Irak tarafından temelleri atılan daha sonra İngiltere, İran ve Pakistan’ın da katılmasıyla kurulan Bağdat Paktı, 24 Mart 1959’da Irak’ın, Paktan çekilmesi nedeniyle Ankara Paktın merkezi oldu. Sovyetler Birliği’nin Ortadoğu’da nüfuz kurmasını önlemek amacıyla 18 Ağustos 1959 tarihinde Bağdat Paktı adını Merkezi Anlaşma Örgütü (Central Treaty Organization-CENTO) olarak değiştirdi. ABD, Arap ülkelerinin tepkisini çekmemek için CENTO’ya üye olmadı ancak askeri, ekonomik yönlerden katkı sağladı, destek verdi. Türkiye-ABD ilişkileri 1960’lı yıllarda sorunlu bir döneme girer. İncirlikten kalkan bir U-2 casus uçağı SSCB üzerinde düşürüldü ve ABD-Sovyetler Birliği arasındaki Küba Krizi’nde Türkiye pazarlık konusu yapıldı. Kıbrıs’ta Rumların Türklere karşı yaptıkları katliamları önlemek için Türkiye’nin uluslararası antlaşmalardan doğan müdahale hakkını 1964 yılında kullanma girişimi, ABD Başkanı Johnson’nun İsmet İnönü’ye gönderdiği çok sert ve diplomasi üslubunun dışındaki mektup ve böyle bir durumda NATO’nun olası bir Sovyet müdahalesinde Türkiye’yi savunamayacağı; ABD’nin sağladığı silahları kullanamayacağını belirtmesi ilişkilerde gerginlik yarattı, 1968’de Amerika karşıtı öğrenci hareketleriyle ABD karşıtı eylemler tırmandı. 1971- 1974 yıllarında Haşhaş ekimi yasağının Ecevit tarafından kaldırılmasının yarattığı sorunların yaşanması yanında. Kıbrıs Barış Harekâtı nedeniyle ABD’nin Türkiye’ye yıllarca uyguladığı silah ambargosu ilişkileri daha da gererken kamuoyunda Amerikan karşıtlığı tırmandı. İzleyen yıllarda İran’da Şah Pehlevi Humeyni tarafından 1979 yılında devrildi. SSCB Afganistan’a girdi. Bu ortamda Türkiye ABD arasında 1980 yılında Savunma İşbirliği Anlaşması imzalandı. ABD 1991’de Birinci Körfez Krizi’nde Saddam’a karşı harekât gerçekleştirdi. Türkiye’ye “Çekiç Güç” konuşlandırıldı. 1990’lı yıllar ve sonrasında “Ermeni soykırımı” yalanı sürekli gündemde tutuldu. Bu arada Çekiç Güç’ün PKK’yı desteklediği ve sağladığı haberleri yayıdı. Erbil’de ABD desteğinde Kuzey Irak Kürt Federe Devleti kuruldu. Türkiye bunu tanımadı. İncirlik’ten kalkan uçakların Irak’taki bazı hedefleri bombalaması Türk kamuoyundaki tepki giderek arttı. 11 Eylül 2001’de ABD’deki ikiz kulelerin vurulması sonrası terörizmle mücadele adıyla süreç içinde Afganistan ve Irak işgal edildi. ABD’nin Irak’a müdahale için Türkiye topraklarının kullanılması isteği 1 Mart Tezkeresi’nin TBMM’de reddedilmesi sonucu Türkiye ABD ilişkilerinde gerilimli yeni bir süreç başlattı. ABD’nin PKK ve Kürtleri desteklemesi ilişkileri iyice soğuttu. Soğukluk ve gerginlik 2003’te Kuzey Irak’taki Türk Tugayı’na ABD askerleriyle Peşmerge’nin yaptığı baskın ve Türk askerlerinin başına çuval geçirme olayı ABD’ye mevcut tepkiyi nefrete dönüştürdü. Görüldüğü gibi kendine özgü bir yapısı ve salt kendi çıkarına odaklı politikasıyla ABD Türkiye ilişkilerinin sağlam ve karşılıklı güven çerçevesinde yürümediği, ABD çıkarları nedeniyle yürütülemediği bir gerçektir. ABD bugüne değin kendi yarattığı ve körüklediği hiç bir savaştan zafer ile çıkmamıştır. Zaten savaşın kazananı yoktur ve her daim insanlık kaybeder. Bunu en iyi şekilde dile getiren büyük önder Atatürk “Savaş zorunlu olmadıkça insanlık suçudur” demiştir. ABD bu suçu işlemeye, Türkiye Suriye sınırında da devam ettirdiği ve PKK’nın Suriye kolu olan PYD desteklediği gerçeğini, olaylara bilinçli bakarak değerlendirmek gerekmektedir. İşte bu bağlamda Türkiye Suriye Sınırında ABD-PYD İşbirliği’ne bakıldığında şu tablo ile karşılaşılmaktadır: Öncelikle altı çizilmesi gereken nokta, konunun salt Türkiye Suriye sınırı boyunca oluşan bir olgu değildir. Bu çok daha kapsamlı, A ve B hatta C ve daha fazla seçeneği olan “Büyük Ortadoğu Projesi”nin karmaşık, çok yönlü, çok taraflı, çok seçenekli birbirinin içine girmiş, sanki Türkiye sınırları dışında gibi görünen Haçlı kılığını gizleyen emperyal-sömürgeci savaşıdır. Türkiye bu savaşın odak ve hedefi konumunda yeni bir bağımsızlık mücadelesinde ABD şemsiyesine, emperyalizme karşı bir savaş vermektedir. Adını koymak gerekirse bu bir ABD-Türkiye “örtülü” savaşıdır. O nedenle olay ve gelişmelerin yalnız Suriye-Türkiye sınırı konumuyla değil daha geniş kapsamlı ele alınmak gerektirmek- NATO üyesi ABD ve Almanya Türkiye’nin sınırlarında kümelenmiş terörizm unsurları yokmuş gibi davranmışlar PYD’nin askeri kanadı YPG güçlerine yeni modern javelin ve yerden havaya atış yapan Stinger füzeleri dâhil çeşitli ağır savaş malzemesi sağlamışlardır. Bunun için de FETÖ’cü darbeyi değerlendirmek ve ona göre tedbir almak ve mücadele etmek gerekir. Türkiye’nin Washington Büyükelçiliği yaptığı değerlendirmede: “Türk demokrasisi bir terörist darbe komplosuna hedef oldu. Türkiye olağanüstü bir dönemden geçiyor. Bu hain atak, Türkiye’nin zaten DEAŞ, PKK/YPG ve DHKP-C terörizmi ile savaştığı bir zamanda yapıldı. Darbe komplosundan sonra ilgili kurumlarımız gerekli değerlendirmeleri gerçekleştirdi. Buna göre, terörizmle mücadele kapasitemizde ve DEAŞ, PKK/YPG ve DHKP-C ile savaş için attığımız adımlarda bir zayıflama olmadı. DEAŞ ortak bir düşmandır ve Türkiye için bir ulusal güvenlik tehdidi oluşturmaktadır. Türkiye DEAŞ ile mücadele eden global koalisyonu desteklemeye kararlıdır. İncirlik tam anlamıyla işlevseldir. Yakın müttefikimiz ABD’nin terörist darbe komplosunun doğrudan sorumlusu olan Fethullah Gülen’i iade etmesini bekliyoruz. Elde bulunan kanıtlar Gülen’in komplo sorumlusu olduğunu göstermektedir. Gülen’in hızla iadesi, ABD ile Türkiye arasında tarih tarafından sınanmış olan ittifak ilişkisine yararlar sağlayacaktır.” Türkiye’nin siyasi, kültürel, üniter yapısını bozmak için düzenlenmiş olan FETÖ kalkışması ile en ileri direnç noktası olan ve olabilecek Türk Silahlı Kuvvetleri öncelikle etkisiz hale getirilmek istenmiştir. Bir yandan sürekli işbirliği derken diğer yandan Türkiye’nin temellerine dinamit konularak patlatılmak istenmiştir. Sözde terörizm uzmanları sürekli işbirliği davulunu çalmaktadır. Bunun bir örneğini Potomac Enstitüsü terörizm uzmanı Yonah Alexander vermekte ve terörizmle savaşta sanki IŞİD’i ABD oluşturup yaratmamış ve Ortadoğu’nun başına bela etmemiş gibi işbirliğinin yararlarından söz etmekte ve “Türkiye 1950’li yıllardan beri içeride ve dışarıda terörizmle mücadeleye ve NATO’ya katkıda bulunmaktadır. Bu durum devam edecektir. Hukuk ve insan haklarıyla uyumlu biçimde normal düzene geçişin hızlı olmasını umarım. IŞİD ile mücadeleye katkı Türkiye’nin kendi çıkarları için de iyidir. ABD ile Türkiye arasındaki stratejik bağın kırılgan olmadığı düşüncesindeyim. Her iki taraf da, IŞİD ve terörizm ile mücadelede ve küresel güvenliğin, barış ve refahın sağlanmasında diğerinin işbirliğine gerek duyuyor” demektedir. İşbirliği denilerek yürütülen bu mücadelede sanki her şey çözülürmüş gibi kurttan (ABD) kuzu istemek benzeri (FETÖ başı) Fethullah Gülen’in iadesine fazla bağlanmadan savaşın adı konulmalı ve gereken karşıt mücadele verilmelidir. Karşıt mücadele Türkiye’nin eski Erbil Başkonsolosu Aydın Selcen’in belirttiği gibi “…Türkiye radikal cihadizmi ulusal güvenlik tehditlerinin en üst noktasına koymalıdır.Ayrıca, PYD ile başlayarak Kürt toplumları ile ilişkilerini yeniden düzenlemelidir” demektedir ki bunda da haklıdır. Çünkü geçmişten günümüze Kürt önde gelenleri (sözde liderleri) hep ikili oynamışlar ve bugün de ikili oynamaktadırlar. Ne Barzani ne Talabani Irak’ın bütünlüğünün korunmasından, PKK gibi bir terör odağının topraklarında barınmalarını önlemeden çok sırtlarını emperyallere dayamayı, zaman zaman hırlasalar da komşularına dost görünmeyi yeğlemiş kısaca ikili üçlü hatta dörtlü oynamışlardır. NATO üyesi ABD ve Almanya Türkiye’nin sınırlarında kümelenmiş terörizm unsurları yokmuş- gibi davranmışlar PYD’nin askeri kanadı YPG güçlerine yeni modern javelin ve yerden havaya atış yapan Stinger füzeleri dâhil çeşitli ağır savaş malzemesi sağlamışlardır. Almanya onarımı için gereken bazı savaş malzemesinin Türkiye’ye verilmesini yasaklamıştır. ABD ve Rus askerleri Fırat Kalkanı operasyonunun ilerlemesinin önünü kesen adımlar atmışlardır. ABD ve Rus askerleri sorunlu stratejik kesimlere üniformalarına YPG arması, motorize birlikleri ile konuşlandıkları noktalara kendi ulusal bayraklarını çekerek Türkiye’ye dolaylı olarak “daha fazla ileri gitme dur” demişlerdir. Adı “müttefik” davranışları ise bir hasım tutumu, aynı zamanda “NATO üyesi” ve yine diğer yandan sözde “stratejik ortak” olan ABD Türkiye’ye verdiği sözlerin hiç birini tutmadığı gibi karşıt adımlar atmakta ya da duruş sergilemektedir. Münbiç’e takviye, Rakka’da PYD ile işbirliği bunun önemli örnekleridir Bir durum değerlendirmesinde Cumhurbaşkanı Erdoğan şöyle konuşmuştur, “Suriye ile ilgili verilecek bir karar varsa, bunu Suriye’deki gelişen tablolar üzerinde değerlendiriyoruz. Rusya’nın ve Amerika’nın YPG terör örgütüne gösterdiği ilgi bizi üzmektedir. Bu araziler bunlardan temizlenmedikçe bizim Suriye’deki görevimiz bitmez. Neymiş, rejim davet etmiş. Her davete icabet edilmez. Değerlendirmenizi yaparsınız, kimi rahatsız ediyor bu, en çok bizi rahatsız ediyor. Niye? Benim 911 kilometre sınırım var Suriye’ye.” Terör örgütü YPG’nin armasını Rus askerinin takması konusunda Milli Savunma Bakanı Fikri Işık; “Maalesef bu görüntüler Türkiye’yi üzüyor. YPG, PKK’nın Suriye uzantısıdır. YPG ile ABD ve Rusya Federasyonu’nun hiçbir şekilde işbirliği yapmasını kabul etmiyoruz” beyanıyanında “Almanya’nın aklıselimle davranmasını bekleriz. Teröristlere silah temininde, maalesef Alman silahlarını teröristlerin elinde görürken, Almanya’nın bunu görmezlikten gelip Türkiye’deki silah taleplerine ambargo görüntüsü vermesini kabul etmeyiz” şeklinde tepkisini dile getirdi ise de değişen bir şeyin olmadığı da bir gerçektir. Emperyal güçlerin Oradoğu politikası ve yaklaşımında yanılgıyla bir değişim bekleme bir yana ABD ordusu, Suriye -Türkiye sınırına zırhlı araçlar konuşlandırmıştır. Konuşlanma Kobani’den Kamışlı’ya kadarki sınır bölgesinde gerçekleşmiştir. Bunun da ötesinde Türkye’nin YPG’ye karşı hava harekâtını önlemek için Tel Abyad, Kobani, Kamışlı ve Derik bölgesinden koalisyon uçaklarının uçuş yaptığı ileri sürülmüştür ki bu doğru olabilir. Buradan çıkarılacak sonuç; Türkiye “dost kazığı” yemeye devam ediyor demekten başka bir şey olamaz. Hal böyle olmakla birlikte yapılan bazı uzman yorumlarında Rusya’nın tavrı “Moskova, PYD’nin çok fazla ABD himayesine girmesini istemiyor ve bu konuda ABD’den rol çalmak için hamleler yapıyor” denilmektedir. Bir Ortadoğu Uzmanı olan Rus Aleksandr Sotniçenko Rusya’nın yaklaşımı olarak “Rusya, özellikle Trump iktidara geldikten sonra ABD’nin amacının tıpkı Irak’ta yaptığı gibi Suriye’yi bölmek olduğunu düşünüyor. Rusya, Suriye’nin kuzeyinde Amerikan yanlısı bir yönetim istemiyor ve Suriye’nin toprak bütünlüğünü savunuyor “ görüşünü ileri sürerken Marmara Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü’nden Emre Erşen, Rusya PYD ilişkileri konusunda “Rusya, PYD ile yürüttüğü pragmatik ilişkisini, stratejik ilişkiye dönüştürmek isterse, o zaman da Türkiye ile stratejik ilişkisini kaybedebilir” demektedir. Emre Erşen Rusya’nın, Türkiye’yi önemsediğini ancak bunun Türkiye’nin Rusya’yı önemsediği kadar olmadığına vurgu yaparak Afrin’de Rusya’nın bulunmasını ve davranışını; “Türkiye, PYD’nin Suriye’deki eylemlerini ve durumunu ulusal güvenlik sorunu olarak tanımlıyorsa, alması gereken risk marjını yüksek tutarak sert cevap vermeli. Ya da siyasal önceliklerini revize etmeli” şeklinde değerlendirmektedir. Adı henüz konulmamış ve tarihin gelecekte adını koyacağı İran-Suriye-Irak-PKK/ PYD paydaşlığı Türkiye ABD-Rusya savaşı Suriye’nin kuzeyinde bir terör devletinin kurulup kurulamayacağı çerçevede sürmektedir. Birçok yeni stratejinin geliştirildiği, taktik, algı yaratma, psikolojik baskı ve buna dayalı sonuç üretme aşamalarının yaşandığı bu dönemde amaçlar çatışmakta, gerginlik devam etmekte, insanlar zarar görmekte, silah üretici ve tacirleri ceplerini kanlı paralarla doldurmaktadır. Bunda başı çeken ABD’nin işi ve derdi ne IŞİD, ne PKK/PYD ne de Türkiye ve Rusya’dır. Konu aslında doğudan batıya bir yanda “Kürt koridoru” denilen alanı kontrol etmek diğer yanda ve aslında da kuzey Irak ve Suriye sınırı boyunca kendi kantonunu, uydu yapıyı oluşturmak olarak görünmektedir. Bunun için de atılacak her türlü adım ABD tarafında mubah görünmekte, ne stratejik ortaklık, ne NATO ve ne de başka bir şey onu ilgilendirmemektedir. Geçerli olan kendi öz çıkarıdır. ABD için Türkiye sınırında bir terör koridorunun oluşması hiç önemli değildir. ABD Savunma Bakanlığı’nın (Pentagon) sözlerine inanılacak olunursa onlar “IŞİD ile mücadele ediyoruz” yalanını tekrar etmektedirler. Suriye’deki varlıklarını bu yolla meşrulaştırma çabası içindedirler. ABD’nin Münbiç ve doğusundaki sınırda ayrıca Haseke, Kamışlı ve Ayn El Arap’ta 5 hava üssü ile Derbesiye ve Resulayn’da da askeri birlikleri bulunmaktadır. Benzer şekilde ve itiraf mahiyetinde ABD Pentagon sözcüsü Jeff Davis bir soru üzerine “Suriye’nin kuzeyinin tamamında ortaklarımız olan Suriye Demokratik Güçleri ile hareket eden ABD askerleri var. Sınır alanları da bizim hareket alanlarımıza dâhil” demiştir. Musul ve Kerkük Türkiye gündeminden çıkarılmıştır. Kürdistan planından vazgeçtik yalanıyla İncirliği kullanan ABD’nin yeni planı devreye sokulmuştur. Türkiye Suriye’de durdurulmuş, ülke PKK vb ile uğraşmasının devamı olarak FETÖ kalkışmasına yol verilmiş ve sınırımızın 90 km ötesinde ikinci bir koridor için düğmeye basılmıştır. Bu koridor ya da hat Süleymaniye-Kerkük-Havice üzerinden Musul’a oradan Deyr Zor, Rakka yönüne ilerleyecek, sonuçta Afrin’e ulaşılacaktır. Artık oradan daha nereye ulaşır bunu bir ABD bir de Allah bilir. Tüm bunları gerçekleştirmek için Türk askerinin kendi sınırları içinde tutulması gerekmekteydi ve bu nedenle de yoğun bir şekilde hani istersen gel benimle savaş dercesine kuzey Suriye’deki ABD yerleşmesi neredeyse tamamlamış görünüyor. Topuyla tüfeğiyle, üsleri ve askeriyle sınırımıza yerleşen bu yeni komşu ABD’nin, tarihinin de gösterdiği gibi her dem kendini ve öz çıkarını kolladığı gözden kaçırılmamalıdır.