Uçmayı Keşfetmeyenin Çakılacağı Çağ!

Bir sorun olduğunu görüyor ve çözemiyorsunuz. Yaptığınız şeyler normalde işe yaramalı ama yaramıyor. Bir şeylerin ters gittiğini anlıyorsunuz ama neyin ters gittiğinden emin değilsiniz. Doğruyu yapamadığınız için huzursuzluğunuz artıyor ama doğru sandığınız şeylerin bir işe yaramayacağını hissediyor, zor bela başardığınızda işe yaradığından emin olamıyorsunuz.

Bir yanlışlık; yolunda gitmeyen bir şey var ama ne? Bunun sebebi, yaşadığınız çağın değişimini anlamamanız ve başka bir çağın alışkanlıkları, doğruları ile davranmaya çalıştığınız için olabilir mi?

Çağlar Değişirken Bedel Ödeyen İnsanlar

İnsan, yani bugün bildiğimiz anlamda Homo Sapiens yaklaşık 200 bin yıldır var . 4,5 milyar yaşındaki bir gezegenin üzerinde görece geç gelmiş bir türüz ve geldiğimizden beri kendimizi de dünyayı da tanınmayacak kadar dönüştürdük. Bu dönüşümün kritik aşamaları, çağları var. Özellikle çağ değişimlerine denk gelen insanlar, büyük bedeller ödemek zorunda kalabiliyor.

200 bin yılın neredeyse tamamını avcı toplayıcı olarak, doğanın içinde küçük koloniler halinde, avlanarak, toplayarak ve bugünkü anlamda sabit yerleşimlerimiz olmadan yaşadık. İnsansılarla birlikte düşünürsek 2,5 milyon ya da daha fazla yıldır, Homo Sapiens olarak yaklaşık 200 bin yıldır varız.

10 bin yıl önceki neolitik devrim, Homo Sapiens olarak yaşam tarzımızı, sosyolojimizi, dünyadaki varlık biçimimizi değiştiren ilk büyük dönüşüm oldu.

Tarım ve hayvancılığın keşfi ve yaygınlaşmasıyla birlikte neredeyse tüm dünya insanları büyük bir toplumsal dönüşüm yaşadılar. Yerleşik hayata geçtiler. Bu geçiş, nimetlerinden hala yararlandığımız ve bedellerini de hala ödediğimiz bir geçiş. Sinan Canan’ın İFA’sının özellikle Beden bölümünü ve Daniel E. Lieberman’ın “İnsan Vücudunun Öyküsü” adlı kitabını okursanız, on bin yıl önceki bu büyük dönüşümü bile hala tam hazmedememiş olduğumuzu canlı örnekleriyle görürsünüz.

İnsan evrimi halen devam etse de , biyolojik evrim normal şartlarda çok yavaş gelişen bir süreçtir. Birtakım farklarımız olsa da genetik olarak 200 bin yıl önceki insanla neredeyse aynıyız. Bu şu anlama geliyor, hepimiz temelde avcı toplayıcı yaşam şartlarına göre uyarlanmış bireyler olarak doğuyoruz. Günümüzde diş çürüklerinden salgın hastalıklara, obezlikten saldırganlığa ve hatta stres adaptasyonumuza kadar pek çok sorunumuz avcı toplayıcı olarak doğmamızla yakından bağlantılı uyum sorunlarına dayalı. Yani toplumsal olarak bu dönüşümle bile on bin yıldır hala uğraşıyoruz ve doğan her birey de neolitik devrimle kişisel başa çıkma mücadelesinden kaçamaz durumda.

Devrimler yerleşik hayata geçmekle bitmedi, aslında sadece bir başlangıçtı bu.

İnsan “Yeni” Çağ İle Nasıl Başa Çıkacak?

İkinci büyük devrimi yazının icadı ve yaygınlaşmasında görüyoruz. Bağımsız şehir devletler ya da göçer kabileler olarak dünya üzerinde yaşıyorken, yazının icadı ve yaygınlaşmasıyla beraber çok daha büyük bürokrasiler, sözleşmeler, yazılı kanunlar, yüzbinlerce kişiyi bulan ordular inşa edebilir hale geldik ve imparatorluklar çağı başladı. Çok daha önemlisi, sözlü kültürden yazılı kültüre geçmiş olduk. Yazılı kültüre uyum da hem toplumsal olarak hem her doğan birey olarak hala başa çıkmamız gereken bir meydan okuma. Çünkü genetiğimiz aslında yazılı kültüre uygun değil. Beyinlerimizde hala sözlü kültürün devreleri var. Peki nasıl oluyor da okuyoruz, yazıyoruz diye düşünürseniz, Stanislas Dehaene’nin “Beyin nasıl okur?” adlı muhteşem eserini okumanızı öneririm.

Okuma için kullandığımız devreler, aslında doğadaki ana örüntüleri ve şekilleri tanımak için kullandığımız devreler. Yani okuma, avcı toplayıcı beynimizin imkanlarını bir hayli yaratıcı bir şekilde zorlayarak edindiğimiz bir yetenek. Bunun çok çarpıcı etkilerinden birini şöyle canlandırabilirsiniz: Bir kağıt bayrağı elinizde tuttuğunuzu ve sağa sola çevirerek, olabilecek her türlü açıdan ters döndürerek ona baktığınızı düşünün. Beyniniz rahatlıkla bunun aynı ve tek nesne olduğunu algılar. Şimdi bir de harfleri düşünün. Özellikle şu harfleri: p, q, b, d… Acaba bunlar aynı harf değiller mi? Beynimizin doğal devrelerine göre aynı “nesne” nin farklı açılardan görünümleri olan bu harfleri birbirinden farklı olarak algılamayı beynimizin genel doğasına “aykırı” bir şekilde öğreniriz. Bu küçük örnekte görüldüğü gibi ve bundan binlerce kat ağır başka pek çok yönle birlikte hala yazılı kültüre geçişimizle de başa çıkmak zorundayız.

Bu iki büyük dönüşüm yani neolitik devrim ve yazının yaygınlaşması, binlerce yıl önce gerçekleşti. Bunlarla başa çıkmanın birtakım yollarını bulabildik ama hala uğraşmayı sürdürmemiz de gerekiyor. Oysa daha yakında gerçekleşmiş iki büyük devrim daha var. Ve bunlarla başa çıkabilmenin henüz yakınına bile yaklaşmış sayılmayız.

Sanayi devrimini ve sanayini toplumunu duymuşsunuzdur. Ama sanayi devrimini asıl mümkün kılan, enerji tiplerinin dönüşümlerini keşfetmemiz ve bu keşiflerimizi uygulamalara çevirerek giderek derinleştirmemizdir. Enerji dönüşümlerinin hayatımızı nasıl derinden etkilediğini ve dönüştürdüğünü şu adreste sadece başlıkları inceleyerek bile görebilirsiniz.

Mitolojilerdeki Yarı Tanrılar Artık Masal Değil

Eski mitolojilerdeki yarı tanrılar haline geldiğimizin farkında mısınız? Ve bununla ne toplumsal olarak ne de bireysel olarak başa çıkabilmiş durumda değiliz. “e = mc2” yi keşfetmiş ve uygulamış varlıklarız. Bir madde, 1 kg ise enerjisi 89 875 517 873 681 764 J’dür. Hiroshima’ya atılan nükleer bombada nükleer parçalanma geçiren madde miktarı bir kilogramdan azdı .

Enerji tipi dönüşümlerine hâkim mitolojik yarı tanrılar olarak sanayi dönüşümüne uyum sağladığımızı zannediyor olabiliriz. Oysa sanayi dönüşümü, enerji tipi dönüşümlerine hakimiyetimizin sadece bir aşaması. Yani asıl devrim hala devam ediyor; sadece 200 yıl kadar oldu bu devrime başlayalı ve hala gelişmeler devam ediyor. Bir yandan da son 200 yıldaki bu dönüşümün yarattığı imkanlarla dünyaya yaptığımız şeyler “Altıncı Yok Oluş”u tetiklemeye başlamış gibi duruyor. Elizabeth Kolbert’in, Altıncı Yok Oluş kitabını okumanızı şiddetle öneririm.

Dijital Çağın Hikayesi Daha Yeni Başlıyor

Tüm bunların üstüne bir de dijital dönüşüm geldi. Dijital dönüşümle neredeyse ışınlanmayı keşfettik. Dijital hale getirebildiğimiz herhangi bir şeyi, dünyanın öbür ucuna ışık hızıyla gönderebiliyoruz. Seslerimizi, görüntülerimizi, kitaplarımızı, oyun oynama deneyimlerimizi, müziklerimizi… Dijital hale getirdiğimiz herhangi bir şeyi sadece birkaç satırlık yazılım komutuyla binlerce kopya haline getirebiliyor, dünyanın öbür ucuna ışık hızında gönderebiliyor ve istediğimiz yerde çok küçük fiziksel hacimlerde depolayabiliyoruz.

Geçmiş çağ dönüşümleriyle hesaplaşmak için epeyce vaktimiz vardı ama hiçbir hesaplaşmamızı gerçek anlamda tamamlayamadık. Hala neolitik devrimin bedelleriyle uğraşıyoruz. Hala yazılı kültürün bedelleriyle uğraşıyoruz. Hala enerji tipi dönüşümlerini yönetmemizin bedelleriyle uğraşıyoruz. Ve dijital dönüşümün bedellerinin daha tam anlamıyla farkında bile değiliz. Bunların tamamı çok önemli avantajlar da oluşturdu. Ancak her insanın nezdinde avantajlarla dezavantajlar savaşıyor. Toplumsal ve küresel ölçekte de bu devrimlerin her birinin avantajları ve dezavantajları açık bir denge içinde değiller.

Hiçbirinden emin değiliz: Acaba iyi mi oldu, kötü mü oldu? Ve hikayenin sonunu henüz görmediğimiz için emin olamayız da. Mesela on bin yıl önce tarım devrimini yaparak başlattığımız büyük devrimler zinciri diyelim iki bin yıl sonra insan türünün ve dünya üzerinde yaşayan tüm türlerin yüzde 90’ının yok olmasına sebep olacaksa, sizce iyi yapmış olacak mıyız bu devrimlerle? Ama belki de öyle olmayacak da, bu devrimler sayesinde iki bin yıl sonra ya da iki yüz bin yıl sonra uzaya açılmış, kainatın onlarca gezegenine hayat saçmış olacağız.

Hikaye bitmedi, iyi mi kötü mü bilmiyoruz, sürüyor.

Oysa sizin yaşamınız ve benim yaşamım 150 yılın üstüne kolay kolay çıkamazmış gibi görünüyor. O zaman bize ne böyle evrensel ölçeklerden? Biz görecek miyiz? Bizi ilgilendiriyor mu?

Toplumsal geleceğimize aldırış etmiyorsanız, insanlığın ya da tüm canlılığın geleceğini önemsemiyorsanız bile, çok yakından ve kişisel olarak ilgilendiriyor.

Mesaili ve maaşlı işi düşünün. Şu an ekonomilerin önemli bir kısmı ve insanların büyük bir kısmının geçimi bu kavram üzerinden dönüyor. Oysa sanayi toplumundan önce yani yaklaşık 200 yıldan daha eski zamanlarda mesaili ve maaşlı iş dünya üzerinde hemen hemen hiç uygulaması olmayan bir kavramdı.

Örgün eğitimi düşünün. 1820’lerde Prusya’da Alman ulusunu inşa etme sürecinde ortaya çıkmış bir yaklaşımdır. Ulus devlet kavramı da örgün eğitim de mesaili ve maaşlı iş de sanayi toplumunun ihtiyaçlarına göre, yakın geçmişte tasarlanmış şeyler. Sanayi toplumunu da tetikleyen enerji tipi dönüşümlerine hakimiyetin devam eden etkileri ve onun üzerine binen dijital dönüşüm, toplum yapısını tamamen değiştiriyor. Bu dönüşüm şimdi ve burada, içindeyiz. Korona günlerinde artan hızını çok daha net görmeye başladık.

Maaşlı mesaili işin, örgün eğitimin, ulus devlet kavramının ve daha pek çok şeyin önemli değişimler geçirdiği bir dönemin içinde yaşama bahtına ve bahtsızlığına sahibiz.

Ayaklarımızın Altından Kayan Zemin

Hani derler ya, “kutunun dışına çık, kutunun dışında düşün” diye… Bunu yapabilmek, yaratıcılık için gereklidir. Yaratıcı bireylerin, geleneksel bağların ve alışkanlıkların dışında düşünebilmeleri gerekir.

Size bir sır vereyim: Kutu falan kalmadı artık. Hala bir kutu var zannediyoruz. Oysa tüm kutular buharlaştı. Artık hepimiz, kutunun dışındayız. Bastığımız bir zemin bile yok.

Artık her bir birey olarak yaratıcı olmak zorundayız. Uçmayı keşfetmeyenin, çakılacağı günlerdeyiz.

Bu yazıdan bir cevap umuyor idiyseniz, dönüp kendinize bakın. Her birimizin kendimiz için cevapları yaratmamız ve bazılarımızın toplum ve dünya için cevaplar yaratmamız gerekiyor.

Bu yüzden, kendimi dönüşümün yazarı olarak yaratmak zorundayım. Benim zorunda olduğum şeyler gibi, her birinizin de zorunda olduğu şeyler var. Çok geç olmadan kendi kanatlarınızı keşfedin.