O yaşayan bir tarih. Üstün İnanç çok yönlü, bizlere birden fazla alanda eserler bırakmış ve bırakmaya devam eden bir yazar. Sadece yazar dersek eksik kalır. Çünkü sırasıyla sayarsak, aktör (tiyatro oyuncusu), tiyatro yazarı, gazeteci, köşe yazarı, roman yazarı ve benzeri bir çok alanda eserler ortaya koymuş bir büyüğümüz. Yaşı 80’i devirmiş olsa da, hala dinç ve hala yazmaya/üretmeye devam ediyor. Yakın dönemimize dair hatıralarını kaleme alıyor bugünlerde.
Kendisiyle Bâb-ı Âli’de bir sohbet ortamında bir araya geldik ve bu hoş söyleşi ortaya çıktı.
Efendim sizden kendinizi kısaca okurlarımıza tanıtmanızı istesem, neler söylersiniz?
Estağfirullah. 1937 yılında İstanbul Kızıltoprak’ta doğdum ve büyüdüğüm yerde aşağı yukarı orasıdır. Sanata yöneldim tahsil hayatımdan sonra. Sanat konusunda ilk yaptığım şiir yazmaktı. Kendimi şair zannediyordum. Çevremdekiler ve arkadaşlarımda beğeniyordu açıkcası şiirlerimi.
Sonra Necip Fazıl’la tanıştım. O’nun şiirlerini okuyunca, yazdığım ve şiir zannettiğim şeyleri topladım ve o zamanlar termosifon var, hepsini oraya atıp, yaktım.
Daha sonra yazdınız mı peki şiir?
Hayır. Ondan sonra şiir yazmadım. Çünkü şiirin ne olduğunu Necip Fazıl’la anladım. Hani kendisi der ya, “çelik çomakmış yaptığım”… Benim yaptığımda öyleymiş.
Daha sonra neler oldu hayatınızda?
Ondan sonra tiyatroya yöneldim. İlk olarak konservatuvar sıvanını kazandım. Ankara’daydı devlet konservatuvarı biri. Babam memurdu, mülki amirdi. Şundan söylüyorum, yani okuyan bir ailedeydim, cahil değildi ailem. Çok okuyan bir insandı babam. Ben bavulumu aldım, Ankara’ya gidiyorum, başlıcaz okumaya. Babam “nereye evladım” dedi? “Babacım işte kazandım, gidiyorum okumaya” dedim. “Oğlum, bir daha bu eve gelemessin” dedi. Bilinçli olan babam bunu söyledi. Bunun sebepleri çoktur. Analiz ister. Ama ilk akla gelen, o zamanlar tiyatro vasıtasıyla milli kültürümüzün tahrip edildiğini gözleyen toplumda, böyle bir tepki doğmuştur.
Nitekim zaman içerisinde aktör Yılmaz Gruda benimle bu konuda iki sohbet yaptı. Bu sohbet sırasında kendisi anlattı. O’da aynı şekilde kazanmış konservatuvarı. Babası ciğerciymiş. Çarşıda satırla kovalamış bunu. O’da bu sebeple okuyamamış.
Akademik okumamız nasip olmadı. Daha 11-12 yaşındayken roman okurdum. Kütüphanemiz çok zengindi. Fransız, İngiliz, Alman, Rus klasiklerini devirmişimdir. Fakat Osmanlı eserlerini okuma şansım olmadı o zamana kadar, bilgim de yoktu imkanım da olmadı.
Sonra Üstad’ı tanıyıp Büyük Doğu’cu oldum. Beni öyle saymanız gerekir. Büyük Doğucu’yum. Ve yeni bir dünyaya girdim ondan sonra.
Dilerseniz romanları ve romancılığı konuşalım. Dünyada roman nasıl başladı, ilk romanlar hangileridir?
Fransa’da ilk roman Topal Şeytan isimli bir roman. Yazarı ismini kullanmamış, la edri dediğimiz bir roman. Özelliği şu, topal şeytan evlerin bacalarını dolaşır ve bacalardan evin içini ve yatak odasını seyreder ve orada olup biteni okuyucuya anlatır. Bizde ise yani islam toplumunda, başka bir insanın evini gözetlemek haramdır. O nedenle itibar görmemiştir roman. Aslında ansiklopedislerin belirttiği ilk roman, İspanyol Cervantes’in Don Kişot’udur. Cenvartes biliyorsunuz Osmanlı toplumunu çok merak eden bir zattır ve Muhteşem İmparator diye Kanuni’nin hayatını anlatan bir roman yazmıştır.
Peki Türk romancılığı nasıl başladı?
Roman batı menşeli bir edebiyat türüdür. Bize batıdan gelmiştir. Tanzimat’ın bir çeşit aydın bunalımı diyebileceğimiz eserleridir bizde ilk romanlar. Bizi geri bırakan (onlara göre) bizi geri bırakan dindir, irticadır. İlk imza olarak Samipaşazade Sezai’nin Araba Sevdası vardır. İlk romandır bizdeki. Sonrasında Cumhuriyet başlarında yetişmiş romancılarımız vardır. Yakup Kadri bunlardandır. Reşat Nuri gibi, HalideEdip gibi romancılarımızda vardır. Bunların içinde en soylu Ahmet Mithad Efendi’dir bana göre. Tanzimat’ın yanlışlarını çok iyi işlemiştir. Üss-i İnkilap romanını Abdülhamid’in isteğiyle yazmıştır. Ahmet Mithat Efendi için ilk yerli romancımız diyebiliriz. Romanı bir hikaye gibi düşünmek doğru değildir. Romanda dram ve çatışma vardır. Yakup Kadri yine bizi geri bırakan unsur olarak dini görmüş ve bunu işlemiştir. Halide Edip’te aynı düşüncededir. Vurun Kahpeye’de bunu görürüz.
Romana biz niye sıcak bakmadık peki?
Bizim medeniyetimiz var, büyük bir medeniyet. Peki bu medeniyet niye sıcak bakmamış romana? Emile Zola daha çok sex konularını işlemiş. Bizde bunlara bakarak tereddüt etmişiz. Tanzimat’çılar bile tereddüt etmiş. Daha bir çok neden var tabi ama en önemli sebepler bunlardır.
Peki hocam bazı yazarlar var, bir bakıyorsunuz bir romanında gayet güzel konular işlemiş ama bir başka romanında bizim inançlarımıza ters şeyler yazmışlar. Mesela Reşat Nuri Çalıkuşu’nda başkadır ama Yeşil Gece romanında farklı biridir. Ya da Halide Edip Adıvar, Sinekli Bakkal’da iyidir ama Vurun Kahpeye’de tam tersi, dine değerlerimize hakeretler görüyoruz. Bunu neye bağlamak lazım?
Size bunlar maaşlı yazarlar dediler mi? Gerek Yakup Kadri, gerek Reşat Nuri zamanındaki rejimin kaymağını yiyen insanlar. Kadrolu yazarlar demek istemiyorum ama öyledir. Bunlara kafa tutan Nazım Hikmet’tir. Adam karpuz satarak geçimini temin etmiş ama bunlar gibi olmamıştır. Necip Fazıl yine öyledir. Bankada müfettişlik yaparak Anadolu’yu dolaşmıştır. Bunlar soylu adamlardır. Ben bunların ismini verirken onları karalamak amacı taşımıyorum. Bu bir durum tespitidir.
Kemal Tahir mesela yerli bir romancıdır. En yakın arkadaşı Cemil Meriç’tir. Benimde dostluğum oldu Kemal tahir’le. Esir Şehrin İnsanları romanında mesela bir mason doktor vardır. O mason doktor Cemil Meriç’tir. Cemil Meriç kendisi söylemişti; “o doktor benim” demişti. Mason doktor mason falan değil, müthiş tahliller yapıyor.
Siz nasıl başladınız roman yazmaya?
Ben Yalnız Değilsiniz ’le başladım. Niye yazdım bu romanı? Kız üniversteye girmiş, birinci ikinci sınıfa gelmiş, babası göndermiş git oku kızım demiş. Ve bir gün başını açacaksın demişler. Kimi açmış, kimi açamamış, kimi yurtdışına gitmek zorunda kalmış okulunu deva mettirebilmek için… Hüngür hüngür ağlayanları gördüm. Felaket bir dramdır bu. Ben bekledim birileri bu dramı yazsın diye. Yazan olmadı. Oturdum ben yazdım. Sonra Mesut Uçakan bu romanın filmini de çekti biliyorsunuz.
Burada çok önemli bir anektot aktarayım ve tarihe not düşmüş olalım. Filmi çekeceğiz ama telefon edildi oyunculara. Eğer bu filmde oynarsanız başka hiç bir yerde rol alamazsınız dediler. Sinemaları tehdit ettiler. Eğer bu filmi oynatırsanız bir daha Yeşilçam’a ait hiç bir filmi oynatamazsınız dediler. Buna rağmen oynatan sinemalarda kapalı gişe oynadı Yalnız Değilsiniz filmi. Hiç unutmam, Fındıkzade’de bir sinema vardı. Arabadan indik. Tam sinemaya doğru yürüken bir traktör geldi. Romorku labalep dolu. Kadın ve erkekler indiler ve gişenin önünde kuyruk oldular. Hüngür hügür ağladım. Ağlanmaz mı bu manzaraya? Halk tuttu bizi. Yine Makedonya Gamzesi şuan Şehir Tiyatroları tarafından sahneleniyor.
Roman yazarken ilk önce konuyu mu belirliyorsunuz yoksa ilham mı geliyor?
Romanı kafamda düşünürüm. Yani kağıda dökmeden kafamda yazarım. Tabi ki finale kadar değil ama genel çerçevesini çizerim önce. Yalnız değilsiniz’de Füsun ve Murteza Bey tipleri vardır. Bu tipleri belirlemek için bekledim epey. Füsun feministtir falan. İkisini bir araya getirince dram oturdu. Kafamda oluşturunca rahatladım ve hemen yazdım.