Bisiklet turlarımızın organize edilmesi, aynı çatı altında toplanarak bilgi alışverişi ve sohbet gibi amaçlarla kurmuş olduğumuz WhatsApp grubumuzda, akşam akşam arkadaşlarla laflarken, Keramet Kaplıcalarına gitmeye karar veriyoruz. İçimi anlam veremediğim bir heyecan basıyor, kalp atışlarım yükseliyor. Diğer arkadaşlarımın benden farkı olmadığını çok iyi biliyorum. Söz konusu bisiklet turu olunca, hepimizi garip bir heyecan alıp götürüyor. Heyecan olmaması mümkün mü? Çünkü bisiklet candır, gerisi heyecandır.
Keramet Kaplıcaları, Bursa’nın Orhangazi İlçesine yaklaşık 20 km. uzaklıktaki, İznik Gölü karayolu üzerinde bulunan Keramet Köyü’nde yer almaktadır. Keramet Ilıcası olarak da bilinen Ilıcanın 30 dereceye varan su sıcaklığı ile kış aylarında dâhil girilmeye olanak sağlamaktadır.
Beylikdüzü ve Esenyurt tarafından tura iştirak edecek arkadaşlar ile Küçükçekmece köprüsünde buluşarak, Yenikapı’ya pedallamaya, Yenikapı’dan, Deniz otobüsü ile Yalova’ya geçip tura oradan devam etmeye karar veriyoruz. Bu şekilde deniz seyahati dışında 100 km. üzerinde bir tur olacağını düşünüyoruz.
Grubumuzda, tur rotamızı, gidiş dönüş saatlerimizi, nasıl gidip döneceğimizi, neler yapacağımızı netleştiriyoruz. İçim kıpır kıpır oluyor. Beklenen günün gelmesi için sabırsızlanıyorum ama tur günü bir türlü gelmek bilmiyor. Günler yaklaştıkça, heyecanımız aynı oranda artış gösteriyor.
Tura birkaç gün kaldığında, Deniz Otobüsü biletlerimizi koltuklarımız yan yana denk gelecek şekilde temin ediyoruz. Bisikletliler için yağmur, tur öncesinde korkulu bir rüyadır. Bizde de havanın soğuk olması ve yağmura yakalanma korkusu yok desek yalan söylemiş oluruz. Grupta konuşurken, hastalık ve benzeri gibi çok ciddi bir durum olmadığı takdirde, yağmur yağsa da, çamura batsa da artık dönmeyeceğimize karar veriyoruz.
Bugün günlerden Cumartesi, turumuza bir gün var, hatta sayılı saatler. Herkes, iç lastik, yama, pompa gibi yedek malzemeler, terlik, şort, havlu gibi eşyalar ile tur çantalarını hazırlıyor. Herhangi bir eksik kalmaması için herkes birbirine tekrar telkinlerde bulunuyor. Çıkacağımız bu uzun turumuzda birçok tecrübe bizi bekliyor.
Tura çıkmamıza sayılı saatler varken, dönüşte geç kalma ve yorgun olma olasılığını göz önünde bulundurarak, Küçükçekmece-Esenyurt güzergâhını pedallamayarak, hızlıca eve ulaşabilme düşüncesiyle, buluşma yerine kadar arabayla gitmeye karar veriyorum.
Telefonumun alarmını kurarak mutlu bir şekilde yatağa giriyorum ama nafile, uyku tutmuyor. Çok uyumak istiyorum, sağa dönüyorum, sola dönüyorum, sırt üstü yatıyorum ama heyecandan uyuyamıyorum. Yarın uzun ve zorlu bir tur bizi bekliyor. Uyumam lazım. Kendi kendime “uyu… , uyu… , hadi uyu…” diyorum yine olmuyor. Çitten atlayan kuzuları saymak istiyorum ama çitten atlayanlar kuzu değil bisiklet oluyor. Bir türlü kuzuyu atlatamadım şu çitlerden derken uyumuşum. Kaçta uyudum, nasıl uyudum hiç hatırlamıyorum.
Telefonumun sesiyle uyanıyorum, sabahın köründe kim arıyor acaba, telefon acı acı çalıyor çok önemli bir şey olsa gerek, birine bir şey mi oldu. Hayırdır inşallah dememe kalmadan, telefonumun hiç sevmediğim melodisi çaldığını anlıyorum, kimse aramıyormuş, alarmın sesi kulaklarımdan beynime gidiyor. Uyanmamak mümkün değil. Zaten heyecanım dorukta. Oda zifiri karanlık, perdeler kapalı, göz gözü görmüyor. Perdeyi hafiften aralayıp dışarı bakıyorum, dışarıda henüz güneş doğmamış. Acaba yağmur yağıyor mu? Yerleri hafif nemli görüyorum. Gözlerimi ovuşturuyorum, tekrar bakıyorum ama sağanak bir yağmur olmadığını görünce mutlu oluyorum. Whatsapp grupta herkes yola çıkacağını teyit ediyor. Gözlerim uykulu, uykumu tam alamamış olduğumu hissediyorum, sessizce ışığı açıyorum, fazla gürültü yapmak istemiyorum, ayılmak için yüzümü buz gibi suyla yıkıyorum. Soğuk su iyi geliyor, gözümdeki uyku yok oluyor.
Kahvaltı yapmıyorum, dişlerimi fırçalamıyorum, nede olsa kask takacağım için saçımı bile taramıyorum. Bisiklet malzemelerimi, giyeceklerimi, tüm eşyalarımı bir gece öncesi hazırlamış olduğum için vakit kaybetmeden, kıyafetlerimi giyerek hızla dışarı çıkıyorum. Arabaların üzeri ve yerler hafiften nemli, yağmur çiselemiş olsa gerek diye düşünürken, içimi buruk bir his kaplıyor ama yerlerin nemi yağmur değil, sadece çiy düşmüş. Hava güzel ve temiz görünüyor. Bu şekilde evden hızlıca çıkışlarımda hep bir şeyleri evde unuttuğum hissine kapılıyorum. Her zamanki bu his zihnimi rahat bırakmıyor. Bu psikolojik his birkaç saat kalır zihnimde ve beynimi tırmalar durur, ilerleyen saatlerde kendiliğinden yok olur.
Toplanma bölgemiz olan Küçükçekmece’ye kadar arabayla gitmek istiyorum. Arka koltuğu yatırarak bisikleti yerleştiriyorum. Çiy arabayı ıslatmış, araba sanki boncuk boncuk ter atıyor. Hava karanlık, sokaklar ıssız, kaldırımlar yapayalnız kalmış kimse yürümüyor, yollar başıboş. Tıpkı Ahmet Arif’in şiirinde söylediği gibi “Kurşun sıksan geçmez geceden, anlatamam nasıl ıssız, nasıl karanlık…”. İstanbul henüz uyuyor, kuşlar uyuyor, şehir üşümüş. Sadece sokak köpekleri ve geceden kalma insanlar, Cumartesi günü eğlenceden veya başka bir yerlerden dönen tek tük arabalar dışında kimseler yok. E-5 ihtişamını kaybetmiş. Şehrin heybeti üzerime geliyor. Pazar günlerinde insanların erken kalkmadığı bu şehrin, taş, tuğla, çelik binalarla dolu olup, bütün kentin binalara teslim olduğunu, henüz güneş doğmamış olsa da, gündüzden daha iyi görebiliyorum. Buluşma yerine varıyorum. Arabayı park edip atıyorum kendimi dışarı, arkadaşlarla buluşup herkes tamam olduğunda basıyoruz pedala vuruyoruz kendimizi karanlık yollara.
Zeytinburnu sahil yolu üzerinden Hasan, bize iştirak ediyor. Yenikapı’ya kendi imkânlarıyla giden Yaşar ve Bahadır dışında eksiğimiz kalmıyor. Kontrollü bir şekilde, ana yol üzerinden Yenikapı istikametine doğru sürüş yapıyoruz. Gün içinde bu yol çok kalabalık oluyor, trafik baş gösteriyor. Kısım kısım bisiklet yolu yapılmış olsa da, piknikçilerin araçlarını bisiklet yolu üzerine park etmeleri, mangallarını bisiklet yolu üzerinde yapmaları, alkol içenlerin şişelerini bisiklet yolu üzerinde kırmaları, insanların birçok yürüme alanı olduğu halde bisiklet yolunda yürümeleri, bu yolu kullanılmaz hale getiriyor. Her ne kadar bisiklet yollarının çoğaldığıyla ilgili olarak belediyeler tarafından reklamlar yapılıyor olsa da, bu yollar bisikleti ulaşım aracı olarak görüp kullananlara hitap etmiyor. Yollar hem çok kısa, hem kesik kesik, hem de farklı farklı bölgelerde. Reklamlarda bu yollarının tamamına ait kilometre bilgisi veriliyor, oysaki bahsedilen uzunlukta olan kesintisiz bir bisiklet yolu yok. Bisikletin tamamen sahilde gezi aracı, çocukların oyuncağı, bisiklet yollarının da gezinti yolları, paten kayanların, kısa mesafe sürüş yapanların yolları olarak görüldüğü net bir şekilde anlaşılmaktadır. Oysaki bisiklet bir ulaşım aracıdır ve bisiklet yollarının ulaşım araçlarına hitaben düzenlemesi gerekmektedir.
Yenikapı İDO Deniz Otobüsü iskelesine, anayolu kullanarak sağlıklı bir şekilde varıyoruz. Yaşar yanımıza geliyor. Etrafımıza bakındığımızda, Bahadır’ı bulamıyoruz veya henüz gelmemiş olduğunu düşünüyoruz. Kendisini aradığımızda biraz geç kalmış ama yolda olduğunu, hızla yetişmeye çalıştığını öğreniyoruz. Bahadır’ında gelişiyle, eksik arkadaşımız kalmadığı için mutlu oluyoruz. Hareket saatimiz 7.45, henüz vaktimiz olmasına rağmen yolcu salonuna giriş yaparak, salonda beklemeye karar veriyoruz. Bayanların topuklu ayakkabı sesini anımsatan SPD ayakkabılarımızın yolcu salonunda çıkardığı ses, dikkatlerin üzerimizde toplanması yeterli oluyor. Zemin kaymak gibi olduğu için dikkat ederek yürümek gerekiyor. Anadolu’nun yeni yapılan ufak havaalanlarını anımsatan yolcu salonu, oldukça ferah tasarımlanmış, aydınlık görüntüsü, etrafa konumlandırılmış ışıklı camekânların içindeki reklam afişleri dikkat çekiyor. İstem dışı olarak gözlerim reklamlara takılıyor. Amaçlanan hedef bu olsa gerek diye düşünüyorum. Etrafımızda sefer bilgilerini ve hareket saatlerini gösteren paneller bulunmaktadır. Başka bir Deniz Otobüsüne binmememiz adına iki kere kontrol ediyorum.
Tur organizasyonumuzu yaptığımız son günlerde, İstanbul Deniz Otobüsü web sitesinde, iç ve dış hatlarda sefer başına taşınabilecek bisiklet üç adet ile sınırlı olup, bisikletlerin ücretsiz olarak, hızlı feribot ve araba vapuru hatlarında ise on adet bisiklet ücretsiz olarak taşınmakta olduğu belirtilmektedir. Daha önce aynı rotaya, 30 kişi üzeri tur düzenleyen bisiklet grupları var. Müşteri hizmetlerinden bu konuda bilgi almaya çalıştığımızda, bu konuda yetersizlerdi ve net bilgi verememişlerdi. Bu şekilde muallakta kalan, net belirtilmeyen bilgiler dolaşıyordu. Bir sorun olmayacağını düşünerekten, gözümüzü karartıp, riski göze alarak biletlerimizi almıştık.
Deniz Otobüsüne alınıp alınmayacağımız ile ilgili olarak içimde büyüyen, kaygımı arkadaşlara hissettirmeden ufak ufak turnikelere doğru yönelmek gerekiyor. Sanki yasak bir şey yapıyormuş, salonda bulunan herkes bana bakıyormuş gibi bir his duyuyorum. Turnikeye yaklaştığımda, görevli personel “gelin gelin, buradan geçin” diye sesleniyor. İnsanların, ok misali üzerimize yoğunlaşan bakışlarından sonra, görevli personelin turnike değil de yan bölümden buyur etmesi, bu kadar çok bisikletli insan görmeye çok alışkın ve bunun çok doğal bir şey olduğu tavrını sergilemesi, içimin rahatlamasına yeterli oluyor. Sırayla hepimiz aynı bölümden geçiyoruz. Birinci ve en önemli aşamayı atlatmış olmamız, bisikletlerin adet hesabı yapılmadan alındığını öğrenmemize sebep oluyor. İçimdeki kaygım hafifliyor. Bu zamana kadar olumsuz giden hiçbir şey olmaması beni mutlu ediyor. Eminim tüm arkadaşlarımda benimle aynı duygular içinde ama kimse kimseye hissettirmiyor.
Görevli tarafından Deniz Otobüsünün araç girişine doğru yönlendiriliyoruz. Turnikelerden sonra bisikletler elimizde sürerek hep birlikte dışarı çıkıyoruz. Dışarı çıktığımızda sabırsızlıkla, bisikletine binip pedallayarak Deniz Otobüsüne doğru süren arkadaşlara, durun durun iki dakika sabredemediniz, dikkat çekeceğiz, şimdi laf edecekler, içeri almayacaklar diye sesleniyorum kimse beni duymuyor. Bu istem dışı ani seslenişim ile kaygılarımın tam olarak geçmediği düşünüyor olsam da, bende bisikletime binip arkadaşlara yetişiyorum. Deniz Otobüsünün girişinde arabalara yön gösteren görevli personele nereye geçelim diye sorduğumda “Her yer sizin” cevabıyla içim bir hoş oluyor. Çok seviniyorum. Hiçbir sorun kalmıyor. Tüm kaygılarım yersiz çıkıyor, çok rahatlıyorum, üzerimden bir yük kalktığını hissediyorum. Bisikletleri, arabaların depolandığı alanın en önünde, sağ köşede, birbirine yaslayıp kendi haline bırakarak, üst katta bulunan yolcu salonuna çıkıyoruz. Emre’nin, iskelede aldığı simitleri ikram etmesi ile boğazıma ilk lokma girmiş oluyor. Ayrılmaz ikili olan simit-çay ile kahvaltımızı tamamlıyoruz. Sohbet, muhabbet, günümüzde klasik haline gelen öz çekim fotoları derken zaman geçiyor.
Deniz Otobüsün camlarına vuran yağmur damlaları ile heveslerimiz yıkılıyor ve Yalova’da sağanak bir yağmurun bizi beklediğini düşünüyoruz. Her şey alt üst oluyor, heyecanımız sönüyor, heveslerimiz kaçıyor, morallerimiz bozuluyor. Herkes birbirine bakıyor. Her ne olursa olsun turu tamamlamaya karar veriyoruz. Yağmur çok fazla hızlanırsa, ne yapacağız, bir yere sığınırız diye düşünüyoruz.
Deniz Otobüsü Yalova iskelesine yanaşırken bisikletlerimizin yanına dönüyoruz. Herkes kaskını, eldivenini takıyor, yola çıkmak için hazırlıklarını yapıyor. Bisikletli olduğumuz için, arabalar gibi sıra beklemeden en öne kapının ağzına toplanıyoruz. Hepimizin gözleri kapıda, dışarıyı merak ediyoruz. Kapı ağır ağır iniyor, açılan aradan bulutlar olması gerektiği gibi görünüyor. İskeleye çıkıyoruz yağmurdan eser yok. Deniz Otobüsünün camlarına vuran deniz suyu bizi aldatmış olsa gerek diye düşünmedik desem yalan olur, böyle bir şey mümkün mü onu da bilmiyoruz ama denizin ortasında her olmuşsa olsun, Yalova’da hava mis gibi, hava kurşun kalem renginde değil. Temiz ve açık.
Sürüş esnasında, öncü, artçı ve yancı olarak görev alacak arkadaşlarımızı tespit ettikten sonra, iskeleden ayrılarak Orhangazi’ye doğru, nizami ve disiplinli bir şekilde pedallıyoruz. İlk benzin istasyonunda mola vererek, lastik basınçlarımızı kontrol edip, basıncı düşük olan lastikleri şişiriyoruz. Su ihtiyaçlarımızı karşılıyoruz, yolumuza devam ediyoruz.
İstanbul Büyükçekmece’den, Beylikdüzü’ne çıkan meşhur deve bağırtan yokuşunu bilmeyen yâda duymayan yoktur. Deve Bağırtan yokuşunun, Orhangazi yokuşu yanında hiç bir şey olmadığımı tecrübe edinmiş olduk. Büyükçekmece Deve Bağırtıyorsa, Orhangazi Deveyi ne yapıyordur düşünmek bile istemiyorum. Kısaca belirtmek gerekirse; çok ciddi ve uzun bir yokuş. Baktığımız yerden tepesi görünmüyor. Nerede bitiyor, ne kadar sürüyor düşünmek bile istemiyorum. Gözü görenin gönlü kararıyor, kısmeti kaçıyor. Bu yokuş, insanı bisiklet hayatına küstürür diye düşünürseniz hayır diyemem.
Motivasyonumuz yüksek olduğu için, önümüzde duran yokuş, şevkimizi yıkamıyor. Aynı sürüş disiplini içinde, zaman zaman ikili, zaman zaman tekli sürüş tekniğiyle tırmanıyoruz. Bazen de müsait yerlerde nefeslenmek için durduğumuzda güvenli bir şekilde öz çekim yapıyoruz. Özellikle, bizlere saygısı hiç olmayan, Azrail gibi yanımızdan geçen kamyonculara inat olarak, kornalarıyla ve işaretleriyle bizlere gönül veren otomobiller hepimize güç veriyor. Ara ara su molaları verip dinlenerek yokuşu tamamlıyoruz. Bu uzun ve meşakkatli yokuşu nasıl çıktık, nasıl bitirdik hayretler içinde kalıyorum. Demek ki birlik beraberlik olunca, motivasyonda oluyor.
Şimdi Orhangazi merkezine doğru çok tatlı, oldukça uzun bir iniş var, az önce çıktığımız yokuşun acısını çıkartırcasına salıyoruz kendimizi, rüzgâr vücudumuzun en ufak yerine kadar ulaşıyor. Özgürlüğü hissetmek, mutluluğu yaşamak, bu olsa gerek. İnsanı hayattan koparıyor bu inişler, az önce yokuşu çıkarken bacaklarımda oluşan ağrıyı hissetmiyorum. İnsanın ne sevgilisi akla geliyor, ne ailesi. Kimine göre çocukça olsa bile, bana göre hayattır bisiklet. Bisiklet sadece spor için değil, hayata atılan mutlu bir pedaldır benim için. Sıradan biri olmamak için bazen sınırlarımızın ötesine çıkmamız gerekmektedir.
Yokuşu bitiren, sağa yanaşıyor ama iki kişi eksik, Bahadır ve Emre yok. İçimi bir korku sarıyor, telaşımı arkadaşlarıma yansıtıyorum. Acaba düştüler mi, başlarına bir şey mi geldi. Çünkü oldukça süratli bir inişti. Allah korusun, Allah göstermesin diye düşünürken Murat’ın telefon çalıyor. Hayırdır inşallah, sabah sabah diyoruz. “Emre arıyor.” Hepimiz şaşkınlık içinde Murat’a bakıyoruz. Kesin kötü bir şey oldu. Murat’ın ifadesi değişiyor. “Bahadır kaza yaptı, çok kötü ambulans çağırdık” gibi bir şeyler söylüyor ama duyamıyorum. Kulaklarım sağır, dilim lal oluyor. Başımdan aşağı kaynar sular dökülüyor, elim ayağım titriyor, kan beynime sıçrıyor. Bir şeyler söylemek istiyorum ama dudaklarım izin vermiyor. Sağlıklı düşünemiyorum. Diğer tüm arkadaşlarımın durumlarının benimkinden aşağı kalır bir yanı yok. Tedirginlik herkesin yüzüne vurmuş olsa gerek, Murat’ın sesi kulağımda çınlıyor. “Bahadır’ın lastiği patladı, lastiği patladı, lastiği, lastiği, lastik …” yürekten birçok şükür çekiyorum. Emre’ye Allah yarattı, kul doğurdu demeden dalasım var ancak aldığımız kara haberin peşinden gelen mutlu haber buna engel oluyor.
Arkadaşları beklerken durduğumuz yer, şehirlerarası karayolunun emniyet şeridi ve burada beklememiz oldukça tehlikeli. Etrafımıza bakıyoruz, yolun az ilerisinde, içinde ağaçların olduğu, çimlerinin sarıya döndüğü, birileri beni bıraksa, saatlerce uyuyabileceğim güzel bir ağaçlık alan görüyoruz. Emre ile Bahadır geldiğinde mutlaka bizi görebileceği bir yer olduğunu düşünerekten gidip istirahat ediyoruz, çimlere uzanıyoruz, sohbet ediyoruz, fotoğraf çekiyoruz. Tura iştirak etmeyen arkadaşların şimdiden birçok şey kaçırdığını konuşuyoruz.
İleriden süratle gelen bir bisiklet gözümüze çarpıyor, süratle gelen Emre’den başka kim olabilir ki diye düşünürken yaklaştığında Emre olduğunu görüyoruz. Ha şimdi frene basacak, ha şimdi duracak derken, kaldırıma iyice yaklaştığında bisikleti hoplatıp, çimenlere çıkacak gibi bir hareket yapıyor ama çimenlere uçan Emre, bisiklet ise kaldırımda olduğu yere çakılmış. Ciddi bir tehlike atlatmış olmasına rağmen, psikolojik olarak gülmeden duramıyoruz. Kendi haline kendi bile gülüyor ortalıkta bir kahkaha koparken Bahadır’da geliyor.
Orhangazi içinden geçerek, İznik gölü karayoluna doğru yönümüzü çeviriyoruz. Ben evden çıkarken ağzıma lokma atmamıştım. Emre’nin Deniz Otobüsündeki simit ikramı olmasaydı bitmiştim. Midem kazınıyor, bu kadar yolu, hele o Orhangazi yokuşunu sağlıklı bir kahvaltı yapmadan nasıl çıktığım aklıma geliyor. Benim gibi karnı zil çalan arkadaşlar burada bir yerde kahvaltı yapalım. Ben ve birkaç arkadaş bu kadar gelmişken İznik Gölü yolu üzerinde güzel bir yerde kahvaltı yapalım diye düşünürken son kararımız ile yola devam ediyoruz.
İznik yönünü gösteren trafik yön levhasının kahverengi renk olduğunu görüyoruz. Tabelası Kahverengi ile gösterilen mekânlar, tarihi, turistik veya doğal güzellikleri olan bir yer olduğunu belirtmekte yarar. İznik yoluna yöneldikten sonra, araç trafiği hayli azalıyor, yeşillikler ve manzara içinden pedallarken, araçlar yanımızdan tek tük geçiyor. Trafiğin çok sakin oluşu, bizimde daha rahat, sohbet, muhabbet ve şakalaşma eşliğinde, kah Emre’nin düşüşü, kah Orhangazi yokuşunu ne ara çıktığımızı konuşarak çok keyifli bir sürüş yapmamıza vesile oluyor.
Yüzlerce zeytin ağaçları arasından Keramet Köyü’ne doğru pedallarken arkadan bir ses duyuyoruz, ikinci kez Bahadır’ın lastiği patlamış. Keramet Ilıcası turumuzda var bir Keramet diyoruz ama anlam veremiyoruz. Birkaç yüz metre geriye sürerek, Bahadır’ın yanına dönüyoruz. Bahadır ile birlikte bir iki arkadaş hızlı bir şekilde tamirat işlerine başlıyor. Bu işte var bir keramet, bu açlıkta böyle bir yerde durulur mu? Herkesin midesinde iş makineleri, dozerler çalışıyor. Durduğumuz yolun kenarında, yüzlerce zeytin ağaçlarının içinden “Bu hayatta bende varım” diyen, zeytin ağaçlarına inat büyümüş, tek bir elma ağacı var. Ağacın dallarını kırmızı kırmızı elmalar basmış, bir o kadarı da yere dökülmüş. Yere dökülenler ile reçel yapılsa, bir yıllık reçel ihtiyacı karşılanır diye düşünmedim desem yalan olur. Elmaların görüntüsü dayanılır gibi değil, görüntü muhteşem, ağzımın suları akıyor. Günah olur mu diye sesli düşünürken, bir arkadaşımız göz hakkı vardır diyor ve herkes elmalara dalıyor. Göz hakkı vardır dedik ancak bizim gözde ne göz gözmüş kardeşim. Adam başı herkes neredeyse birer kilo elma yemiştir. Mustafa işi büyütüyor, organik diyerekten sırt çantası elmayla dolduruyor. Hepimizin sayesinde elma ağacından 10-12 kilo elma azalmıştır. Olan elma ağacına ve sahibine oldu diyorum. Yerdeki elmaları görünce, yere dökülecekti zaten diyerek gönlümüzü rahatlatıyoruz.
Keramet Ilıcası tabelasını gördüğümüzde sapıyoruz. Zemini çok iyi olmayan, etrafın ağaçlık ve aralıklarla köy evlerinin olduğu, dar bir yol üzerinden, kısa bir sürüş sonrasında Ilıca’ya varıyoruz. Ilıca’ya görüp beğenmemek elde değil, Ilıca’nın olduğu yer doğal bir SİT alanıdır. Ilıcanın, kayaların arasından devamlı kaynayan suyu, doğal bir havuz görünümündeki geniş alana toplanıyor. Ilıcanın sodalı olarak bilinen suyunun, içerdiği mineraller açısından cilt ve deri hastalıklarına da iyi geldiği belirtilmektedir. Bu alanın, sakin ve huzurlu çevresinde, doğal güzelliklerin arasında, gelen misafirlerin oturacağı, dinlenip, piknik yapacağı masalar ve sandalyeler bulunmaktadır. Alanın içinde, tost, cips, bisküvi, şort, terlik gibi ihtiyaçların karşılanabileceği küçük bir büfe ve misafirlerin rahatlıkla ihtiyaçlarını karşılayabilecek giyinme kabinleri ve tuvalet var.
Ilıca’nın yerini tespit ettikten sonra, az önce geçtiğimiz ağaçlıklı dar yolun üzerinde, Ilıca’ya çok yakın mesafede olup, köy kahvaltısı hizmeti veren bir mekânı görmüştük. Mekâna geri dönerek, yemyeşil ağaçlar içinde, masalarımızı birleştiriyoruz. Turun heyecanı ile bazen açlığımızı unutmuş olsak da, herkesin kurt gibi acıkmış olduğunu görebiliyorum. Belli ki yediğimiz elmalar açlığımızı bastıramamış. Çaylar demlik ile geliyor, kahvaltı tabakları ortaya dağıtılıyor, ekmekler İstanbul’daki gibi fabrikasyon değil. Trabzon köy ekmeğine benziyor. Organik Zeytinyağı tadımlık olarak tabakta sunuluyor. Zeytinler göz alıcı. Yol üstünde binlerce zeytin ağacından sonra buranın ürünü olduğunu düşünüyorum. İşletme sahibi organik ve kendi imalatları olduğunu belirtiyor. Bunların dışında yumurta, bal, tereyağı, beyaz peynir, domates, salatalık ve biber tabakları da masada yerini alıyor. Zeytinyağı tabağına ekmeğini baban banana, çok açıkmışız, nasıl bir acıkmaysa bal ve tereyağı tabağını öyle bir temizliyorum ki, işletme sahibi tekrar yıkamasına gerek kalmayacağını düşünüyorum. Bazı arkadaşlarımız beğenmedi ama şahsen benim oldukça beğendiğim ve yeterli bulduğum güzel bir köy kahvaltısını tamamlamış oluyoruz.
Ilıca çok yakınımızda, toparlanıp tekrar dönüş yapıyoruz. Ödemelerimizi yaparak tesise giriş yapıyoruz. Herkesin benim gibi sıcak suyla bulaşmak için sabırsızlandığını görebiliyorum. Bisikletlerimizi güvenli bir yere bırakıyoruz. Hava soğuk olduğundan olsa gerek, gayet sakin bir ortam, kalabalık değil, birkaç aile dışında kimse yok. Sırayla kabinlerden istifade ederek kıyafetlerimizi çıkarıp sadece şortlarımız ile kalıyoruz. Hava çok soğuk değil, buna rağmen bu havada çıplak bir şekilde beklemek çok zor. Üşümeye başladığımı hissettiğim anda Ilıca’ya atlayarak sıcak suyla buluşuyorum. Sıcak suyla buluşan vücudum kemiklerime kadar ısınıyor. Bunun keyfini yazarak anlatmam mümkün değil. Burnuma sıcak suyun kokusu geliyor. Dışarıda kalan kafam ıslandığı için normalden çok daha fazla üşüdüğünü hissediyorum. Burnumda buz gibi oldu. Kafamı suya tekrar soktuğumda anında ısınıyor. Oh dünya varmış, mis gibi, sıcacık. Buraya kışın bile girenlerin olduğunu öğreniyoruz. Dalıyoruz çıkıyoruz, fotoğraflar çekiliyoruz. Eğleniyoruz, şakalaşıyoruz, çok güzel zamanlar geçiriyoruz. Bisiklet bahane, dostluk şahane diyoruz.
Artık dönüş yolcuğu hazırlıklarımız başlıyor, akşam dönüş Deniz Otobüsü’nü kaçırmamamız gerekiyor. Bisikletlerin başında hazırlık yaparken ayaklık üzerinde sabit duran bisiklet kendiliğinden devriliyor. Düşen bisiklet Bahadır’ın olup, bisikletin gidonuna asılı olan kaskın üzerindeki, arka görüşü sağlayan kask aynası kırılıyor. Bu Keramet turu Bahadır’a yaramadı diyoruz. İki kere lastiği patladı, kask aynası kırıldı diye üzülerek, bu işte vardır bir keramet diyerek sesli gülüyoruz. Bisikletlerimizin başında, hazırlıklarımızı gören birkaç kişi, nereden gelip nereye gittiğimizi soruyor. Beylikdüzü’den geldik, yine geri döneceğiz dediğimde, zifiri karanlıktan ışığa çıkmış insanların gözlerindeki büyümeyi, soruyu soran adamın gözlerinde görüyorum. Gözleri fal taşı gibi açılıyor, şaşkınlığı yüzüne vuruyor. Sessiz sesiz bir bana, bir bisikletlere bakarak etrafı süzüyor. “İstanbul Beylikdüzü’mü?” diye soruyor. Evet, “İstanbul Beylikdüzü” dediğimde, bir öncekinden daha sakin bir şaşkınlık ile ne soracağını bilemediği için uğurlar ola diyerek hayret içinde uzaklaşıyor.
Yine geldiğimiz aynı güzergâhı kullanarak, zeytinliklerin içinden Orhangazi’ye doğru pedallıyoruz. Elma ağacının yanına vardığımızda, bu sefer karnımız tıka basa dolu olduğu için elmalara dokunmuyoruz. Tabi karnımız tok olduğu için kimse tenezzül etmiyor. Mustafa’nın çantasındaki elmaları, üşenmeden İstanbul’a kadar götüreceğiyle ilgili espriler yapıp, elmalarda mı var bir Keramet, Bahadır’ın iki kere patlayan lastiğinde mi, kırılan kask aynasında mı diye gülüşüp, şakalaşıyoruz yolumuza devam ediyoruz.
Turun başında tırmandığımız, meşhur Orhangazi yokuşundan sonra, uçurtma gibi özgür, dertlerden, stresten uzak, süzülerek indiğimiz iniş, şuanda karşımızda tüm ihtişamıyla, sanki sabahın öcünü alacakmış gibi hoyrat, uzun ve korkutucu, çok dik bir rampa olarak karşımızda duruyor. Rampaya doğru ürkütücü ve üzgün bakışlarla bakıyorum.
Her tatlı inişin, acı bir çıkışı vardır, pedala kuvvet diyerek basıyoruz pedallara. Sabah çıktığımız Orhangazi yokuşu gibi rahat olmasa da tepeye ulaşıyoruz. Tırmanış esnasında, karşımıza çıkan virajların arasından, güneşin batmak üzere olduğunu görüyorum. Gün batımının oluşturduğu kızıllığın, düzlüğe yansıdığı o görüntü bir an olsun yokuşun zorluğunu unutturuyor. Kısa bir süre durup günbatımına doğru bakıyor, birkaç fotoğraf yakalıyorum. Ben bunlarla oyalanırken arkadaşlar arayı açmışlar, yokuşlarda arayı açtığınızda tekrar kapatmak çok zor oluyor, sakin sakin çıkmaya devam ediyorum. Sabah bu yokuşu süzülerek indiğimiz esnada, o an hayattan kopmuş gibi olduğumu, tekrar bu yokuşu çıkacağımızı hiç düşünmediği hatırlıyorum. Yokuşlar, turun en sevimsiz bölümleridir. Her tur planlanırken, birçok arkadaşın ilk sorduğu sorulardan biri yokuş var mı ve ne zaman döneriz oluyor. Dönüşümüz yine Deniz Otobüsü ile olacağından dolayı, yokuşu çıkarken de hızımız ciddi anlamda düştüğü için hız göstergesinden saate bakıyorum ama daha hayli vaktimiz olduğunu görünce rahatlıyorum. Otura kalka, otura kalka, gözümüzde büyüyen bu heybetli yokuşun nasıl bittiğini anlamadan tepeye ulaşıyoruz ama yokuş bütün enerjimizi aldığını ve karnımın zil çaldığını hissediyorum.
Tepedeki soluklanmamız çok uzun sürmüyor. Kısa bir mola yaptıktan sonra kendimizi rüzgâra bırakacağımız, çok uzun bir inişimiz var. Turun en keyifli yanı bu olsa gerek. Hiç pedal basmaya gerek kalmıyor. Kısa bir mesafe düz yolda pedal çeviriyoruz. Bu düzlük, nabzımın tekrar normale dönmesine yetiyor. İnişin başındayız, birkaç arkadaşın arkasından doğru, bende kendimi salıyorum.
O tekerleklerin dönüşü ve inişin verdiği süratle, göbeklerden gelen sesi, kelimelerle tarif edebilmem mümkün değil. Çocukluğumuzda, göbeklerinden böyle tiz sesler gelen bisikletler yoktu, belki vardı ama biz ulaşamıyorduk. Jant tellerine renkli boncuklar takarak, sürüş esnasında çıkan, tıngır mıngır renkli boncukların tıkırtılarını dinlerdik. Çocukluğumuzda üç tekerlek ile başlayıp, bmx ile devam eden, arka tekerinin arasına ezilmiş pet şişe sıkıştırarak, motosiklet sesi çıkardığımız, akşam ezanına kadar mahalle turları yaptığımız bisiklet, artık hayatımızda 100 km. üzeri turlar yaptığımız bir araç haline geldi ama o ilkleri, hiç kimse unutamadı.
Her ne kadar etrafımızdaki insanlar için delilik, bir o kadarı içinse çocukluk olan bisiklet, bizim için artık bir heves olmaktan çıkarak tutkulu bir aşk haline gelmiştir. Çevremizdeki birçok kişi, fuzuli olarak harcanan, sağlımıza zararlı, gereksiz masrafları sorgulamadan, bisiklete o paralar verilir mi, o paraya motosiklet alındığını söylerler ama bisikletle aramızdaki bağı görmezden gelirler. Belki de bir müddet sonra bisikleti kömürlüğe atacağımızı düşünürler. Bisiklet ile sınırlarımızı aşarak, özgürlüğü hissettiğimizi düşünemezler. Onunla bazen zamana karşı hareket edip performans turu yaparız, bazen hiç bilmediğimiz bir yerlere tur düzenleyip köşe bucak gezmek isteriz.
Rüzgârı tekrar yüzümde hissediyorum, o an yüzüme vuran rüzgârında etkisiyle dünyadaki en özgür insan olduğumu hissediyorum. Yokuş inerken pedal çevirmiyorsun, sınırlar senin iki parmağının arasında, ister frene basarak yavaş gider, istersen hızlı. Dinlenerek ve elime alarak çıktığım yokuşların öcünü alırcasına salıyorum kendimi, ellerim frende duruyor ama kullanmıyorum. Yokuşu çıkarken çektiğimiz acının, şimdi nasıl sevince dönüştüğünü düşünüyorum. Hayatımda ilk defa bu kadar uzun süren bir yokuş indiğimi düşünüyorum. Gerçekten de öyle, bitmek bilmiyor. Kuşların gökyüzünde kendini rüzgâra bırakıp süzülmesi nasılsa, kendimi öyle bırakıyorum rüzgâra, kuşlar gibi süzülüyorum. Bisiklet hızlandıkça oluşan tedirginliğim artık ne zaman bitecek bu iniş diye düşünmeme sebep verse de, diğer bir yanımda keşke bu yokuş hiç bitmese diye sayıklıyor. Gözlerim yaşarıyor, ağlıyor muyum? Sevinçten olsa gerek diye düşünüyorum ama değil. O ilk pedaldan sonra yüzüme vuran masum rüzgâr artık yok, şiddetli rüzgârın etkisiyle gözlerim sulanıyor.
Düzlüğe indiğimizde kenarda toplanıyoruz. Çıktığımız yokuşun etkisiyle sadece kendimin acıktığımı düşünüyordum ama arkadaşların benden farkı olmadığı anladım. Herkes kurt gibi açıkmış, saatlerimize baktığımızda vaktimizin yeterli olduğu görüyoruz ve Yalova girişinde bulunan çok meşhur, nam salmış olan köfteciye gidiyoruz. Otopark açık oto pazarını andırıyor. Ne kadar çok acıkan varmış diye düşünmeden yapamıyorum. Türlü türlü markalı lüks modeller, daha mütevazı modeller otoparkta sıra sıra dizilmiştir. Demek ki zengin ve orta halli herkes burada köfte yiyor.
Bisikletleri gözümüzün görebileceği bir yere, iç içe olarak bırakıyoruz. Etrafta birçok pahalı, üst sınıf araba, çeşitli insanlar olmasına rağmen, sigara içmek için dışarı çıkmış insanlarla, içeriden yakınlarının çıkmasını beklediklerini düşündüğüm insanların bakışları üzerimizde toplanıyor. Kim bilir ne düşünüyorlar. Belki onlarında unutamadığı, üç tekerlekli bir bisiklet veya arka lastiğin arasına sıkıştırdıkları pet şişeden, motosiklet sesi çıkararak, mahallelerin arasında, akşam ezanı okunana kadar gezdikleri, bir bisikletleri vardır. Belki gözlerinde anıları canlanıyor, belki bizim deli olduğumuzu düşünüyor, belki de şuanda bizim yerimizde olmak istiyordur. İçeriden burnuma gelen yemek kokularıyla, ne derece açıkmış olduğumu bir kez daha hatırlıyorum. Biz söz aklıma geliyor, aça dokuz yorgan örtmüşler yine de uyuyamamış. Şuanda aklımda ne bisiklet, ne yokuş, nede uçurtma gibi süzülmek geliyor.
Uzun ve dik tırmanışların, uzun süreli pedal çevirmelerin sonrasında, protein ihtiyacımızı karşılayacak gıdalar tüketmemiz gerekiyor. Bu bağlamda meşhur köfteden söylüyoruz, met edildiği kadar var mıdır? Merak içinde köfte ve ayran istiyorum. Gerçi çok değerli arkadaşlarla birlikte olduktan sonra, birde ortak paydamız bisiklet olunca soğan ekmek bile yemenin, pirzola gibi ayrı bir keyif vereceğini söylemeden geçemiyorum. Köftelerden önce acılı ezme ikramı geliyor. Acılı ezmeyle karnımızı doyuracak şekilde saldırıyoruz. Aç olduğumuzdan mıdır nedir, acısıyla tatlısıyla çok keyifli geliyor. Bahadır bir kavanoz sipariş ediyor.
Turumuzun detaylarını, Sıcak Ilıca’yı, çıktığımız, indiğimiz yokuşları konuşarak, tura gelmeyenlerin çok şeyler kaçırdığını düşünüyoruz. Yemekler, yeniliyor ama tatlı varsa Mustafa vardır. Mustafa, Eminönü Balık Ekmek Turu’ndaki gibi yemeğe doymadığı için peşinden tatlı söylemeden duramıyor. Mustafa tatlı yerken, daha sonra yeri ve zamanı geldiğinde tekrar tekrar latife yaptığımız, Eminönü balık ekmek turu aklımıza geliyor ve o gün olduğu gibi şimdi yeniden kahkahaya boğuluyoruz.
Bir akşam, Esenyurt-Yenikapı arasında sahil turu yapma niyetiyle yola çıkmıştık. Yenikapı’ya vardığımızda sürüş bizi kesmemiş, balık ekmek yeme isteğiyle birlikte, hızımızı kesmeyip soluğu Eminönü’nde almıştık. Balık ziyafetinin akabinde, Mustafa’nın Lokma tatlılarını yemesinin ardından Yenikapı-Florya istikametine doğru geri dönüşe geçmişti. Mustafa, en önden yayından fırlamış ok misali arkasına hiç bakmadan gidiyordu. Bizde arkasından yetişmeye, yakalamaya çalışıyorduk. Hayli hızlı gitmemize rağmen yetişemediğimiz için bu işte bir aksilik olduğunu sezinlemiştik. Mustafa’nın yediği lokma tatlılarının kanına hızlı karışmış olduğu aşikârdı, o hızla yanlış yola girerek, sahilden E-5’e çıkıp, E-5’ten bir süre devam ederek, Küçükçekmece’de önümüze çıkmıştı. Bu nasıl bir hız, nasıl bir enerji olduğuna anlam veremediğimiz için kerameti lokma tatlılarında bulmuştuk.
Bulunduğumuz köfteciden, Deniz Otobüsü iskelesinin konumu, arabayla 10 dakika olduğunu öğreniyoruz. Keramet Ilıcası parkurunu ilk defa yaptığımız ve parkurun acemisi olduğumuzdan dolayı zamanlamayı tam yapamadığımıza inanıyorum. Halen Deniz Otobüsü kalkış saatine süremiz var, bir önceki sefere bilet alabilirmişiz diye düşünerekten iskeleye gidiyoruz. Ben her zaman ki gibi, geç olsun garanti olsun diyorum, turda bir aksilik olur, lastik patlar, insanın başına her şey gelebilir. Ucu ucuna yetişilen bir seferde, tuvaletin gelse gidemezsin. Seferin geç olmasının kötü de olmayacağını düşünüyorum.
Kalkış saatine kadar beklemenin anlamsız olduğunu düşünerek iskeleden çok fazla uzaklaşmadan biraz pedallamaya karar veriyoruz. Yalova en son geldiğim zamana göre çok değişmiş olduğunu görüyorum ve hayret ediyorum, iskeleden biraz ilerledikten sonra trafiğe kapalı bir cadde, cadde üzerinde kafeteryalar, restoranlar, mağazalar oldukça güzel konumlandırılmış, neredeyse yok yok. Cadde, adeta yılbaşı hazırlığı yapılırmış gibi ışığa ve renk cümbüşüne boğulmuş, her yer ışıl ışıl, cıvıl cıvıl insanın içine işliyor. Belediyenin bu konuda güzel çalışmış olduğunu düşünüyorum. Caddelerin ortasında, mısırcılar ve benzeri seyyar satıcılar var. Cadde çok kalabalık, çiftler birbirinden hiç ayrılmak istemezcesine sarılmış, el ele tutuşmuş yürüyorlar, bazıları sanki bir yerden bir yerlere yetişmeye çalışıyormuşçasına aceleleri var. Bu caddesinin görüntüsü bana İstanbul Beyoğlu’nu anımsatıyor. Kendimi bir an İstiklal Caddesi’nde gibi hissediyorum. Çok kalabalık olduğu için bisiklet ile ilerlemek oldukça zorlaşıyor, deniz kenarına inmeye karar veriyoruz. Sahil az önceki caddeye göre nispeten daha az kalabalık, yaşlı-genç yürüyüşe çıkmış insanlar, bisiklet süren kişiler, sevgililer, aileler keyifli vakit geçirmeye çalışıyorlar. Bizde bir ağacın altında, çimenlere serilip yorgunluk atıyoruz. Sırt üstü çimene yattığımda yorgunluğumu şimdi daha iyi anlıyorum. Tatlı bir uyku bastırıyor, bıraksalar burada uyuyasım var, hatta biraz içimin geçtiğini hissediyorum. Bu istirahat açıkçası çok iyi geliyor. Vücudumun yorgunluğunun azda olsa gittiğini düşünüyorum.
Yolcu salonuna geldiğimizde, salonun sabah seferine göre biraz daha kalabalık olduğunu görüyorum. Pazar akşamı olduğundan, Yenikapı’ya dönmek isteyen çok fazla yolcu olduğunu düşünüyorum. Sabah olduğu gibi dikkatlerin üzerimizde olduğunu düşünmüyorum, herkes kendi derdinde, birçoğu sanki Yenikapı’ya döndüğü için üzgün, insanların etrafa bakmaya tahammülleri yok gibi, başları öne eğik, kimileri kitap okuyor, kimileri akıllı telefonuyla uğraşıyor, insanların moralleri bozuk gibi, herkesin kapılar açılsın bir an önce binelim de gidelim diye düşündüğünü hissediyorum.
Çimenlerin üzerinde içim geçtiği andan sonra, Deniz Otobüsüne binince biraz kestirmeyi düşünmüştüm ancak arkadaşlarla karşılıklı, yan yana koltuklara oturunca sohbete koyulduk. Elma ağacı, Bahadır’ın lastiğinin iki kere patlaması, Emre’nin eşek şakası, Keramet Ilıcası derken uyku kalmıyor, iyide oluyor. Bu turun her sene bir kere yapılması gerektiğini düşünüyoruz. Herkes çok memnun kaldığını dile getiriyor. Sohbet ile beraber yorgunluğumuzu unutuyoruz. Keşke Yenikapı’dan Küçükçekmece’ye yolumuz olmasaydı, çok yorulduğumu, nasıl süreceğimi düşünüyorum.
Yenikapı’da inip, Küçükçekmece’ye kadar performans turunda gibi iyi bir hızla sürüyoruz. O yorgunluktan sonra, bu şekilde nasıl sürdüğümüze şaşıyorum. Normalden daha kısa bir sürede Küçükçekmece’de oluyorum. Herkes birbiriyle vedalaşıyor. Mutlu bir şekilde dağılıyoruz.
Başta İstanbul olmak üzere, Şehir hayatı ciddi bir şekilde her geçen gün yoğunlaşıyor, trafik çilesi sürekli artıyor, sürekli zamanla yarış, bir keşmekeş halinde yaşamaya çalışıyoruz. Bu durum her geçen gün içinden çıkılmaz bir hal alıyor. Bazen kendimi atmak istiyorum uzaklara, şehir hayatından bir nebze de olsa kurtulmak, kendimi doğaya, ormana, denize vurmak istiyorum. Boğuluyorum, nefes alabilmek, rahatlamak, stres atmak istiyorum ama çalışma hayatı, sorumluluklar, çocukların okulu ve türlü türlü sebepler müsaade etmiyor. İşte böyle zamanlarda tamda bisikletim devreye giriyor, bisiklete bindiğimde stres atıyorum, rahatlıyorum, nefes alıyorum. Bence sizlerde, biran önce bir bisiklet alın, kendinizi ödüllendirin ve turlara katılın. Hayatınızda birçok şeyin değişeceğini göreceksiniz.
Sonsuz sevgilerimle.
Bu seferki rotamızı haftalar öncesinden görüşmeye başlayarak, Yalova Termal Kaplıcaları olarak belirlemiştik. İçimi yine heyecan basmıştı. Kalp atışlarım hızlanmıştı. Bu tur benim için yeni bir soluk, yeni bir tecrübeydi. Tura katılacağını belirten her yeni kişide, içim kıpır kıpır oluyordu. Murat yeni katılımcıları, hiç ara vermeden listeye ekleyip, güncelleyerek, sürekli yayınlıyordu. Bu sayede liste sürekli güncel kalıyordu. Yaklaşık 25 kişilik, içerisinde bayan arkadaşlarımızda bulunduğu bir ekip olmuştuk. Kalabalık bir grup ile tur yapacaktık. Mutlu olmamak mümkün değil, çünkü bisiklet benim için başka bir dünya olmuştu. Tura iştirak edecek tüm arkadaşlarımın da aynı duygusal hisler içinde olduğuna emindim.
Geçen dönem benzerini yaptığımız bu parkurun tadı damağımızda kalmıştı. Bisiklet üzerinde zaman kavramı, anlamını yitirmişti. Bisiklet benim için bir aşk. Aşk kaç birim zamana eşittir? Hiç düşündünüz mü? Aşkın yanında zamanın hiç önemi yoktur. O geçen 10-15 saat, su gibi akıp gitmişti. Düşlerim adeta gerçeğe dönüşmüştü. Çok keyifli zamanlar geçirmiştik.
Tüm sporseverleri saygıyla karşılıyor olmama rağmen, spor salonlarında geçen saatleri sevmiyordum. Yoga, fitnes, koşu bandı beni boğuyordu. Bisiklet üzerinde her bir pedal hareketimle ileri gidişim, rüzgârın yüzüme vurduğu histi beni mutlu eden. Bisiklet sürerken değişen mekânlardı hepimize kendini âşık eden. Bisiklet hakkında çok şey anlatabilirim. Halen ilk bisikletimi özlüyorum. Anlatacağım çok şey var ama başka yazıma bırakıyorum konumuza dönüyorum.
Hava soğuk olmasına rağmen, insanların kışın bile tercih ettiği sıcacık ılıca suyunun keyfini çıkarmıştık. Yokuşlardan süzülürken kimi zaman yeni uçmayı öğrenen bir kuş misali kanat çırpmıştım adeta, kimi zaman bir serçe, bazen de bir kartal gibi süzülmüştüm. Yolunuz bu taraflara düşerse mutlaka Keramet Ilıca’sını ziyaret etmenizi tavsiye ederim. Bisiklet ile ziyaret etmek tercihim olurdu. Şimdi onun benzeri bir parkura tur yapacaktık.
Tura sakin sakin gitmemiz gerektiğini konuşmuştuk, ne çok hızlı ne çok yavaş tıpkı ömrümüz gibi. Artçı ve öncülerimiz olmalıydı. Geride kalanlara destek olacak, kimseyi arkalarda bırakmayacaktık. Herkes çok mutlu olacaktı. Bize yakışanı da buydu esasında.
Bütün hazırlıklar tamamlanmış gidiş dönüş olarak İDO Deniz Otobüsü biletlerimizi almıştık. Beylikdüzü-Yenikapı arası bisiklet sürüşü yaparak, 07.45 feribotuyla Yalova’da inecektik. Parkur olarak Termal Sağlık Tesislerine gidip, kaplıcalardan faydalanacak, 15.45 Yalova-Yenikapı feribotuyla geri dönecektik.
Tüm planımız cep telefonlarımıza gelen bir SMS ile yıkılmıştı. Pazar günü Yenikapı’da yapılacak olan miting dolayısıyla, Yalova-Yenikapı seferleri iptal edilmiş olduğu bilgisini öğrendik. Tüm hevesimiz kırılmıştı. Ne yapacağız nasıl bir yol izleyeceğiz bilemedik, şaşırdık kaldık.
Benim derdime bakın, siyasetçilerin derdine diyebilirsiniz. Daha üç gün öncesinde İstanbul trafiğinde ağır ağır giderken, “gelmedi şu Pazar gidemedik tura” demiştim.
Müşteri hizmetlerini aradığımda, bir sonraki seferin sadece yayaların taşınmasına olanak veren, bisikletlerin ve araçların alınamadığı bir sefer olduğunu öğrendim, hevesimiz yine kursağımızda kaldı. Sonraki feribot seferide hiçbir işimize yaramamıştı. Bu seferden sonraki feribot 19.45 olduğu için ve herkesin evine dönüşü 23.00 sularını bulacağı için turu iptal kararı vermiştik.
Akşam eşim nasılsın diye sorduğunda iyiyim dedim ama iyi olmadığımı ben biliyordum. İyi değilim, Yalova’ya gidemiyoruz diyemedim.
Keşke hayatta her şey planlandığı gibi olsa, keşke hayata baştan gelsek, hayatımızı bir kâğıda yazabilsek, altını çizdiğimiz yerlerde daha dikkatli olabilsek ve keşke demek zorunda kalmasaydık.
Siyaseti, iktidar hırsını oldum olması sevmemişimdir. Referandum, enflasyon, iktidar, siyaset, partiler, futbol hiç ilgimi çekmedi. Miting yüzünden bütün programımızın alt üst olması, bir kez daha siyasetten soğumama neden oldu. Her kimin ya da hangi partinin mitingi olursa olsun hiç önemi yoktu benim için. İnsanların hastası, cenazesi, düğünü ve benzeri programı olabilir. Miting uğruna kişilerin programlarının alt üst edilmesini çok saçmaydı. Hele şu geçiş üstünlüğü araçların yolun en sağından posta koyar gibi geçmesinden hiç bahsetmiyorum.
Bir günde mitinge çıkan liderlerin havadan sudan konuşacağı basit şeyleri özlüyorum. İstanbul trafiğini, ozon tabakasını, küresel ısınmayı, bisiklet yollarını, piknik alanlarını, basit yaşamayı konuşmalarını hayal ediyorum. Birde grip olmuşum ki konuşamıyorum ama yazabiliyorum. Bol bol sıvı için diyor doktorlar, içiyorum ama fayda etmiyor. Poşet ıhlamurun tadı tuzu yok, demleme gibi olmuyor.
Siyasetsiz bir ülke var mı acaba diye düşünüyorum. Mümkün mü böyle bir şey? Olsa ne güzel olurdu. Siyasi bir lider, bir yerden, başka bir yere gidecekse bütün trafik alt üst olur, o esnada hastan, cenazen varsa bitmişsindir. Polislere laf anlatamazsın, kimse o esnada sana inanmaz. Geçişine izin verilmez, kalırsın öyle, böyle bir siyaset hırsı olmamalı diye düşünüyorum.
Belki bizim bisiklet turumuz kimileri için çok sıradan geliyor olabilir ama miting dolayısıyla haftalarca önce planladığımız, heyecanla beklediğimiz, son haftalarda artık içimizin içimize sığmadığı bisiklet turumuzun iptal olmuştu. Ne yapalım dedik yine, bu işte vardır bir keramet…
Umarım benim yazarken duyduğum hisleri, siz de okurken duyarsınız.
Sevgiyle, yazıyla, sanatla, bisikletle, edebiyatla, kitapla ve sağlıcakla kalın.
Her şey gönlünüzce olsun.
Anı – Deneme
Soner Yenimol
Mart 2017