2019 bitiyor. Hayır, zamanı geri almadım. 2020’ye Savaş Ay’ın A Takımı’na giriş yaparken kullandığı o meşhur sözlerindeki gibi dalıyoruz. Zıpkın gibi, fişek gibi. Ama o da ne? Doğuda, daha da doğuda, en doğuda bir şeyler oluyor. Çin; SARS COV-2, nam-ı diğer Covid-19 koronavirüsünü dünyaya açıklayıveriyor. Bunlar bize resmi kanallar vasıtasıyla ulaşan ilk veriler. Ancak zaman geçtikçe ve araştırmalar devam ettikçe, aslında durumun pek de ilân edildiği gibi olmadığını anlıyoruz.
Milano’da bulunan IRCCS Ulusal Tümör Enstitüsü ve Siena Üniversitesi tarafından yapılan araştırmada, Eylül 2019-Mart 2020 tarihleri arasında alınan kan örnekleri incelendi. Ortaya bambaşka gerçekler çıktı .(1) Virüsün, Eylül 2019, hatta yaz aylarında dahi İtalya’da bulunduğuna yönelik bulgular elde edildi. Bu durumda ya virüsün kaynağı Çin değildi, (velev ki öyle) ya da virüs çoktan dolaşımdaydı, bizim haberimiz yoktu.
Ben işin virüs boyutuyla ilgilenmeyeceğim. Biyolog ya da virolog değilim. Hasbelkader sosyoloji tahsili yaptığım için işin toplumsal boyutuna odaklanma yolunu tercih ediyorum. Ki toplum mühendisliği diyerek de tarif edebileceğimiz sosyoloji bilimi; bizatihi pozitivist yönüyle birçok bilim dalıyla kesişim kümesi halinde çalışan bir katalizördür.
Alkol, uyuşturucu kullanımında artış, anksiyete problemleri, aile içi şiddet, obsesif bozukluklar: Hangisi korona belirtisi?
Güney Koreli felsefeci ve ve kültür teorisyeni Byung-Chul Han, pandemi sonrası ortaya çıkan paylaşılmış hezeyanı “ İyi yaşama duygusunu tamamen kaybeden, hazzın da sağlığa feda edildiği bir sağ kalma toplumu ” olarak nitelendiriyor.(2) Bu nitelemesinde haksız sayılmaz. Zira pandeminin Türkiye’de ilan edildiği 11 Mart 2020’den bu yana, akılalmaz yöntemlerle virüsten kaçmaya, virüsü doğanın bir parçası değil de, bizi yok edecek tehlikeli bir düşman olarak görmeye başlayan yığınlarla karşı karşıya kaldık. Sinan Canan’ın, Oytun Erbaş’ın sunduğu bir programda “ İnsanlar virüsü, kapının önünde elinde masatla bıçak bileyen bir şey zannediyor ” demesi insanların virüs hakkında ne tür düşünceler taşıdığına dair iyi bir örnek.
Virüsün binlerce yıldır Homo Sapiens Sapiens ile birlikte olduğunu; virüsün de biyolojik olarak evrim geçirdiğini bilmeyen halk kitleleri, televizyonda her gördüğüne inanmaya, virüsün hoplayıp zıpladığına, açık havada 50 metre yol alabileceğine inanmaya başladı. Artan toplumsal paranoya; obsesif kompulsif rahatsızlıkları ve anksiyete bozukluklarını da beraberinde getirdi. Birçok ülkede uygulanan karantinalarda; aile içi şiddetin, uyuşturucu kullanımının ve alkolizmin arttığını ise yabancı kaynaklı medya kuruluşları ve araştırmacılar ayan beyan ortaya serdiler.
” Covid-19 salgınının aile içi şiddete etkisi: Karantina sırasında ev izolasyonunun karanlık yüzü” başlıklı makalede (3) araştırmacılar; karantinanın aile yapısı ve toplumsal düzen üzerindeki yıkıcı etkilerini ortaya çıkarmakla kalmadılar, işin psikolojik etkenlerini de incelediler. Alkol kullanımı artmış, kadına yönelik şiddette ciddi bir yükseliş olmuş, bununla beraber uyuşturucu kullanımı da ek olarak yanında gelmişti.
“Gerçekten de ölümün etrafında koparılan yaygara, ölümün kendisinden daha korkunçtur.”
Soluk Mavi Nokta’mız, 1346-1353 arasında Avrupa’yı kasıp kavuran ve en iyimser tahminlere göre 75 milyon insanı öldüren hıyarcıklı veba salgınından; 20. yüzyıl başlarındaki İspanyol gribine kadar birçok pandemiyle karşı karşıya kaldı. Osmanlı Devleti henüz yıkılmamışken, Payitaht’ta yaşanan veba ve kolera illetlerinden tutun da, 2009 senesindeki global domuz gribi salgınına kadar türlü hastalıklarla ve dolayısıyla ölümle burun buruna geldi.
Ancak sorun, pandeminin kendisinde değil; toplumların pandemiye gösterdiği tepkide yatıyor. Meşhur Romalı filozof ve devlet adamı Seneca’nın “Tanrısal Öngörü” isimli metninde söylediği gibi: “Gerçekten de ölümün etrafında koparılan yaygara, ölümün kendisinden daha korkunçtur.”
Ölüm her şeyi eşit yapan doğal bir sonuç olduğuna göre, hayat, ölümden kaçarak yaşanılmaz.
İnsan, tabiatı gereği her zaman bilinmezlikten korkmuştur. Korktuğu için kendine putlar icat etmiş, gökyüzündeki yıldızlardan ürkmüş, yıldırımları kendilerine Zeus’un gönderdiği zehabına kapılmıştır. Artık Zeus’u esatiri bir varlık olarak kabul ediyoruz. Yıldırımların nasıl meydana geldiği bilgisine fizik yasaları gereği sahibiz. Virüsler “kabilesinin” anamnezini de biyologlar ve virologlar sayesinde biliyoruz. Binlerce yıl önce olduğu gibi tamamen karanlıkta değiliz. Bu bir paradoks. Aslında hiç olmadığımız kadar da karanlıktayız. Medyanın doğruluğu son derece tartışmalı “virüs” haberlerini “clickbait” tuzağıyla, yalnızca “hit” almak için servis etmesi, küresel paranoyayı tetiklemiş bulunuyor.
Paylaşılmış hezeyan belli bir ülkeye has olmadı, 7 milyar insan, topyekün aynı sara krizine yakalandı. Yapılması elzem olan; gerekli tedbirleri aldıktan sonra virüsü kendi tabiatına bırakmak ve hayatı virüsün üzerine inşa etmemektir. Ölüm her şeyi eşit yapan doğal bir sonuç olduğuna göre; hayat, ölümden kaçarak yaşanılmaz. Kadim bilgiyi, itidali ve bilimi kalkanımız belleyerek; obsesif kompülsif bozukluk merhalesine varacak “ihtiyatsız” korkulardan korunabiliriz. Bırakın virüs kendi işini yapsın, biz de kendi işimizi. İnsan olmanın gereğini… Hayatın gereğini… Aldığımız nefesin bedelini…
Hayatta kalmak, insanın doğal refleksidir; bu doğru. Ama bu ihtiyar gezegende yaşayan hiçbir insan, hayatta kalmak için ölümden kaçmamalıdır. Çünkü biyolojik olarak buna muktedir değiliz. Bu yazıyı yazan ben ve okuyan sen; en iyimser ihtimalle 100 yıl sonra hayatta olmayacağımızı biliyoruz. (100 yılı bol keseden verdim) O halde işimiz uzakta belirsiz olanı görmek değil, elde olanı değerlendirmek olmalı. Kılıcımız yanımızda durabilir, ama bizim motoru “stop” ettirmemiz, varoluşumuza ihanet olur. Bu kılıç; hastalıklardan korunmak için alacağın hijyen tedbirlerin olabilir. Fakat sen bu süreyi, yalnızca hastalıktan kaçmak için harcarsan, belki yaşamını kaybetmeyeceksin, ama yaşamayı kaybedeceksin!
Eğer bu yazı ilginizi çektiyse sıradaki yazı sizin için geliyor: Evrende Toz Zerresiyiz Modası Sizi De Sıkmadı Mı?