YARATICILIK VE ALTIN ORAN

İnsan, algı kapasitesiyle dış dünyadaki gerçekliğin temsilini kendi iç dünyasında yaratır. Dıştaki gerçeklik, bizim kendi iç dünyamızda tekrar var olur. İşte bu aşamada, eğer kendiliğinden süren bir yaşantı sürecine değil, bazı problemler ve sıkıntılarla ilgili
bir sürece girildiyse o zaman hayal edebilir, bağlantıları çözümlemeye çalışabilir, yeni
olanaklar ile ilgili yeni çözümler bulabiliriz. İnsan dış dünyadaki gerçekliğin temsilini o
kadar uzun zamandır yaratıyor ki…
Düşünme meselesine kısaca göz atalım.

Felsefi açıdan konuya biraz alegorik yaklaşacak olursak yaşarken, kendiliğinden bir akış içinde süregiden yaşantı içindeyiz demektir. Kendiliğindenlik, bir uyum ve duygu durumu bünyesinde devam eder. Sonra bir an uyum bozulur ya da duygu durumu değişir. Kelimenin tam anlamıyla bir sorun çıkmıştır. Yaşantı sona erer. Ölüm… Aslında ölüm gibi ama değil. Düşünme başladığında sona eren bir yaşantı. Kendi doğallığı, kendiliğindenliği, süreçselliği bozulmuş bir akış. Artık geride kaldı. Yeni yollar hayal ediyor, yeni çözümler düşünüyoruz. Yine de ölen bir şey var galiba (Hulki Aktunç, Son İki Eylül adlı romanında bu kendiliğinden yaşantıya “Ara Zamanlar” adını vermişti. Durup-ölüp düşünmediğimiz, kendiliğinden yaşadığımız, bize özgü zamanlar…).
Yaratıcı çözümlerin, birer büyük sanatçı ya da bilim insanı elinden çıktığını hayal ediniz. Daha önce bilinmemiş olanı bilen, görülmemiş olanı görmüş kimselerin ellerinden, kalemlerinden, objektiflerinden… Laboratuvarlarından, ameliyathanelerinden, araştırma geliştirme merkezlerinden çıktığını…
Onları anlamak istiyoruz, sundukları eserleri tüketiyor, estetik haz alıyor, bizdeki çağrışımlarıyla yol almaya çalışıyoruz. Bu aşamada, eser vermenin, yaratıcı olmanın
olmazsa olmaz koşulu olduğunu vurgulamak gerek. Van Gogh tek bir resim dahi satamadı ömründe ama en azından resimleri yapmıştı.

YARATICILIK: BİR KARAKTER MESELESİ

Psikiyatrik bilgi, bize yaratıcı insanın karakter

özelliklerini ve yaratma eyleminin insan tekindeki gelişim mekanizmasını sunar. Diğer yandan yaratılan eserin değerlendirilmesi çelişkili bir durum ortaya çıkarır çünkü sanat değerlendirmesi hem bu konseptin içinde hem
de dışındadır. Burada özetle söylemek gerekir ki zekâ ile yaratıcılık arasında bir ilişki olmadığı yapılan araştırmalarda ortaya konmuştur fakat diğer yandan karakter oluşumunun yaratıcılığa oldukça etkisi vardır. İnsanın gelişen olaylar
karşısında tercih ettiği bir çeşit üslup, zayıf ve güçlü noktaları olan bir çeşit zırh yani karakter, insan henüz iki yaşındayken ortaya çıkar. Özgürlükçü bir ortamda yetişen bireyde dış uyaranlara ve bilgiye açık, olaylara, dünyaya kalıplaşmış önyargılar yerine özgün bir bakışla yönelmeyi tercih eden bir kişilik yapısı görülür. Belirsizliklerden neredeyse hoşlanır yaratıcı kişi. Yanıtı belli olmayan soruları, sınırların soluklaşmasını çok sever. Kendi iç kuralları vardır sanki, empati duyguları çok gelişmiştir. Konumuz özelinde bu yaratıcı özelliklerin genel bağlamının ideal bir konsept oluşturduğu
gözden kaçmamalı.
Yaratma süreci nasıl bir süreç? Bu sorunun yanıtını ararken aynı zamanda ideal konsept
arayışı meselesini de aklımızda tutmayı ihmal etmeyelim.

DÜNYADAN KOPMA VE ODAKLANMA ÜZERİNE

Bu konuda, iki önemli kavramdan daha söz etmek gerekiyor. Birincisi regresyon (gerileme), ikincisi ise dissosiyasyon. Bir çeşit gerileme durumu (regresyon) olmadan yani dünyayla bağlarınızı koparmadan yaratıcı bir süreç yaşayamazsınız fakat bu dünyayla bağınızı koparma meselesini ilk duyduğunuz hâliyle değerlendirirseniz durumu tam kavrayamamış olursunuz. Dünyayla bağını koparmak derken dünyada olup bitenlere tamamen kayıtsız hâle gelmek anlamı kast edilmez.

Yaratıcının iç dünyasında başta da sözünü ettiğimiz gibi dış dünyada olup bittiği var
sayılanlar tekrar gerçekleşir. İşte bu sırada bir gerileme adımı atılarak regresyon
denilen süreç başlar. Olup biteni algılamıyor değilizdir ama yaratıcı yaşantımız
bağlamında artık bu bilgilerin bir önemi kalmamıştır. Diyelim ki bize bir minibüs
yaklaşıyor. O sırada yaratmakta olduğumuz eserle ilgili bu gerçekliğin bir karşılığı yok
ise o minibüsün gelişi, önemi olmayan bir geliştir artık. Kapıdan içeri anneniz girer ya
da çok önemli bir sorunu olan, bunu ifade etmeye çalışan bir arkadaşla konuşursunuz
fakat bütün bunların o sırada yaratılan işle bir ilgisi yoktur ve o anda çok önemli bir
şeyle hatta belki de dünya için çok önemli bir işle uğraşıyorsunuzdur. Anlatılan problemin farkındasınızdır fakat hemen ikinci plana atarsınız bu konuyu. İşte bu kendiliğinden mekanizmaya dissosiyasyon adı verilir. Genellikle çoklu kişilik bozukluğu tanısında tanımlanan dissosiyasyon aslında bir savunma mekanizmasıdır. Sigara içen kişi bu sebeple ölebileceğini bilir fakat sigara içtiği sırada bu bilgiyi kesinlikle hatırlamaz. Bilinç düzeyine, sigaranın öldürücülüğü gibi dehşet verici bir trajik gerçeklik yükselemez. Bu unutkanlık, yaşamda karşımıza çıkan sayısız şok edici, korkutucu bilgiden bizi korur. İşte yaratıcılık sürecinde sadece yaratılacak yeni konuyla
ilgili dikkati toplamayı sağlayan regresyonu, dissosiyasyon mekanizmasıyla elde ederiz.
Regresyon aynı zamanda öğrenme davranışının da sona ermesidir. Yeni bir eser verirken bu eserin gerektirdiği önceki öğrenme sürecinin bizdeki yeni etkileriyle ilgiliyizdir. Farklı türden bilgilenme veya öğrenme davranışından uzaklaşılır. Başka bir deyişle yaratıcılık süreci içerisinde yeni bir şey öğrenmemiz, vereceğimiz eserin genel konseptini bozabilir. Yaratıcılık sürecinde öğrenme değil, ifşaattır temel olan ve devam eden.

AŞKIN BİR YAŞANTI: YARATICILIK

Yaratıcı yaşantı, bu konsept içinde işlemeye başlayınca bu kez serbest çağrışım dediğimiz yeni bir süreç başlar. Önceden yapılmış tüm çalışmalar, bilinç düzeyinde ya da bilinçaltı düzeyinde harmanlanmış tüm fikirler tekrar çağrışıma açılır. Yaratmaya çalıştığımız dünya ile ilgisi olmayan hiçbir şey o sırada akla gelmez.
Yaratıcı yaşantı, aşkın bir yaşantıdır. Bu aşamaya gelmeden önce yaratıcı insan çok çalışmalıdır ki eserini verirken çağrışımlarının zenginliği ve yetkinliği yeni olana kapı aralayabilsin. Zaten yaratıcı insan tam da bu şekilde ve amansızca çalışır.

SANAT ESERİ DOĞADA KENDİLİĞİNDEN OLUŞMAZ

Buraya kadar anlattıklarımız, bir yaratıcının psikiyatrik değerlendirmesidir kabaca.
Oysa yaratıcı yaşantının sonucu olan eserin özellikleri, bu tür bir değerlendirmenin
dışında, farklı bir değerlendirmeyi gerektirir. Konumuz Altın Oran olduğu için bilimsel
buluşları ve bu konudaki yaratıcılığı bir yana bırakıyoruz.
Antik Yunan Dönemi’nden bu yana nesnelerin bilgisine sahip olmakla ilgili evrensel, nesnel gerçeklik büyük önem taşıyordu. Platon, ideaların yani nesnelerin içlerindeki tözü tanımlayan bu kavramsallığın daha yüksek bir gerçeklik düzeyinde olduğunu söylese de hem kavramsallığı hem de nesnenin kendisini o zaman da günümüzde de sadece bilim yoluyla araştırmanın uygun olduğu artık açıkça ortaya konmuş durumda. Oysa sanat öyle değil. Araştırılacak nesnenin yerine bu kez sanat yapıtını koyduğumuzu düşünün.
Burada iki problem çıkıyor. Sanat eserinin kendisi, physei onta (doğallıkla var olan nesne) değil, tekhne onta’dır, yani yapılmış var olan.
Sanat yapıtının bir hakikat olarak karşımıza çıkması, bir insan tarafından ekstra yaratılmasıyla mümkündür. Doğada gözlemleyebileceğimiz bir doğa olayı ya da
doğada karşılaşacağımız bir nesne değildir. Sanat eserine bakan gözün, dinleyen kulağın
bu konudaki birikimi yani sanat tüketicisinin sübjektif değerlendirme kabiliyeti o eseri
değerlendirmenin tek yoludur. Ya da şöyle ifade edilebilir: gerçekliğin bir ölçüsü vardır,
sanat eserinin ise ölçüsü olmaz, onun değeri vardır. Bu değeri ona ancak yüksek bilgi ve
sanat zevki sahibi estet verebilir. Bu, kulağa ilk başta seçkinci bir tavır gibi gelebilir oysa
niteliksel bir değerlendirmedir.
Psikiyatri de bir bilim dalı olduğu için sanat eserinin değerlendirilmesinde bize yeterince
eşlik edemez. Bizi eserden sanatçıya ya da sanatçıdan esere götüren bir yol oluşturabilir
ama sanatın değeri sadece burada değildir. Kendimizden yola çıkarak bir örnek daha
verilebilir: Duygu ve yaşantılarımızı bir başkasına aktarmakta zorlanırız.


Bir duygumuzu anlatırken duygumuzdan çok emin bile olsak aynı duyguyu bir başkasının içinde yeniden ve birebir canlandıramayız. İşte tüm sanat eserlerinde tanık olduğumuz da sanatçının bu kısıtlı olanaklarla kurabildiği ifadeden başka bir şey değildir. Bunun için kurulan yeni yaratılmış sanatsal yapıya “sanatsal hakikat” adını veriyoruz.

YARATICILIĞIN UYUM VE NORMALLİKLE İLİŞKİSİ

Konumuz Altın Oran bağlamında yine de psikiyatrisiz yapamıyoruz. Psikiyatri bilim
dalı, insanın normal davranışları üzerine çok çalışmıştır. Uyumlu insan davranışı, olumlu insan davranışı ya da belli bir denge durumunun oluşumu üzerine çok fazla çıkarımları olan bir bilim dalıdır.
Normallik kavramı, bugün ilk etapta akla tektipleştirilmiş bir toplumu getirir. Herkes
normal olmaya zorlanabilir mi? “Tedaviler hepimizi normal yapmaya mı çalışır?” gibi sorular akla gelebilir. Aslında böyle değil. Psikiyatri insanın toplum ile sağlıklı bir ilişki içinde olmasını, içsel yaşantısında huzurlu olmasını, bir çeşit dengede bulunma hâlini onun ruh sağlığı için önemser. İnsan sürekli stres altında olmamalıdır. Sürekli kendini sorgulama hâlinde (septik) olmamalıdır. Biraz kendini yaşayabilmelidir (Ara Zamanlar.).
Burada çok önemli bir bağımsızlık noktası var. Eğer uyumlu insan değişen çevresel şartlar karşısında özgürlüğü kısıtlanmış bir hayat yaşayageliyorsa, kendisine çok az
tercih bırakılmışsa bu insan önce bu şartlara uyuyormuş gibi yapar ama sonra hastalanır. Uyumsuz insan davranışı göstermeye başlar. Eğer uyumlu insana özgür yaratıcılık ortamı bırakılmış ise hangi yoldan gideceği konusunda kimsenin ona söyleyeceği bir şey, bir kural, bir yasak yoksa, sadece toplumun ya da o sırada sahip olunan maddi olanakların kısıtları söz konusu ise bu kişi özgür yaratıcılık ortamındadır denebilir. Böyle bir durumda bu insan karşısına çıkan problemi rahatlıkla aşar ve tekrar uyumlu insan davranışı dediğimiz ilk pozisyona rahatlıkla geri döner.
Yaratıcı insanın eser verirken yaşadığı bir çeşit enerji boşalımı yani katarsis de denge durumuna yeni bir dönüşü anlatır. Bu kavram, Antik Yunan tragedyalarını izleyenlerin o acıları izledikten sonra yaşadıkları duygusal rahatlamayı tanımlamak için doğmuştur.
Bu tür bilgiler, aslında yaratıcı özelliklerimiz hakkında ne ölçüde bilgili olmamız gerektiği
sorusunu gündeme getirir: Bunun yanıtı, yaratıcı yönümüzle ilgili hemen her şeyi ve
tüm yaşamımız boyunca öğrenmek olmalıdır. Hatırlatmalıyız ki sanat eserlerinde Altın
Oran ya da bir estetik sağlayıcı konsept kullanılırken bir yandan da orantının tam
tersi orantısızlık ya da güzelliğin tam tersi çirkinlik, düzenin tam tersi düzensizlik de
kullanılabilir. Biri olmadan diğeri anlamsızdır çünkü. Biri olmadan diğerini düşünmek
denge durumunu bozduğu gibi oranın gerekliliğine, estetiğin sanatsal yapıttaki varlığına daha gerçeğe uygun bir vurgu yapmış olur.

ALTIN ORAN VE TARİHTE YARATICILIĞIN YÜKSELDİĞİ GEÇİŞ DÖNEMLERİ

Estetiği (güzelliği) bir orantıda aramanın gerekçeleri iyice belirginleşmiştir sanıyorum.
MÖ VI. yüzyılda estetiği kozmoloji, matematik ve doğa bilimleriyle eş önemde ele alarak aynı kavramsallık çatısı altında bir araya getiren Antik Yunan’daki Pitagoras Okulu’dur. Pitagoras, müzik aletlerinin ses aralıklarına dikkat ederek eğitimde
müziği deneysel olarak kullanan ilk kişiydi. Matematik soyutlama, reel dünyaya en fazla anlam kazandıran bilim dalı olan fiziğin de büyük etkisiyle 20. yüzyılın başlarına kadar
fiziksel dünyayı daha iyi kavramak adına en etkili araç olarak kullanıldı. Dikkat çekmek istediğim birkaç ana nokta var. Yaratıcılığın tarihte en fazla dikkat çektiği dönemler, toplumların büyük dönüşümler geçirdiği geçiş dönemleridir. Bu dönemlerde, yaratıcı
sanatçılar sadece içinde bulundukları sanat türünün döneme hâkim bazı mood’larından yararlanmayı yeterli bulmaz, yüzyılların sanatsal birikimine başkaldırırlar. Antik Yunan Dönemi’ni insanlaşmış (insani görünüm kazanmış hatta huylar edinmiş) dolayısıyla ontolojik açıdan insana kaderinin büyük bölümünü hediye etmiş tanrılar panteonu ile karakterize buluyoruz. Doğa filozoflarının ortaya çıkması bu açıdan sürpriz sayılmazdı fakat Altın Oran, bir matematik soyutlama olarak asıl etkisini şaşırtıcı biçimde Orta Çağ’da göstermiştir. Ünlü Düşünür Aquinolu Thomas tarafından idealize edilen Hıristiyan yaşamı için Altın Oran bir çıkış noktasıydı. Tanrının şaşmaz ve gücüne erişilmez doğruluğu matematiksel bir mükemmellikten ayrı düşünülemezdi. Bütün Orta Çağ boyunca Altın Oran arayışı ve beklentisi tüm Avrupa’ya hâkim olmuştu. Perspektiften yoksun olsa da felsefi açıdan mükemmellik peşinde sürdürülen arayış tüm sanat eserlerine, bestelere ve dönemin felsefi ve dini yapıtlarına anlam katıyordu.

Sonra Rönesans geldi. Yeni bir geçiş dönemi. Sanatçıların dönemin hâkim felsefe akımı
Hümanizm’den etkilenmesiyle birlikte Protestanlığın ortaya çıkışı ve örselenen
kilise hâkimiyeti sanatta özerkleşmenin ilk adımlarını getirdi. Bu dönemde, çok ilginç
bir farklılık ortaya çıkmıştır. Sanatçılar artık perspektif bilgisini eserlerine uyarlamanın rahatlığıyla Orta Çağ boyunca becerilememiş, tutturulamamış Altın Oran ölçülerini hemen tüm eserlerinde kullanmaya başladı.

Teknik olarak Altın Oran’a giden yolu bulmuşlardı. Oysa dönemin genel zihniyeti; yaratıcılığa açık, tekinsiz ve sınırları
belirsiz, sürprizlere ve insani tüm hatalara, aksamalara, ahlaki sallantılara açık insanın özgürlüğü üzerine kuruluyordu. Hem insan anatomisinde hem de mimaride, iç mimari süslemelerde, tüm tablolarda, portrelerde, heykellerde Altın Oran dünyayı yeni baştan yaratan, soyluluğun, aristokrasinin yerine sıradan insanı öne çıkaran yeni dünyanın estetik yaratan enstrümanına dönüşmüştü.

Bilim ve sanat, 20. yüzyıla kadar fiziki dünyanın sırlarını hem keşfedip hem de yansıttılar. Kapitalizmin, Sanayi Devrimi’nin,
teknolojinin etkisiyle ortaya çıkan ve insanı yeniden ezmeye başlayan yabancılaşmadan, keşfedilen değil, insanın yerine geçip onu itip kakmaya başlayan yenilikçilikten yorulan
insanlığı temsilen kavramsal sanat ortaya çıktı. 19. yüzyılın son 20 yılı ile 20. yüzyılın ilk 20 yılı arasında 20’den fazla farklı sanat akımının ortaya çıkması, Altın Oran yerine plastik sanatlarda soyut resmin, edebiyatta bilinç akışının ikame edilmesi bunun kanıtı sayılabilir.

20. yüzyıldan itibaren matematik etkisinde yeni bir realist görüş öne çıkmaya başladı.
Max Planck’ın Quantum, Einstein’ın Relativite ve Werner Heisenberg’in Belirsizlik Relasyonu teorileri artık soyut gerçeklik olarak adlandırabileceğimiz bu yeni yaklaşımla kültür ve sanatı etkiledi. 20. yüzyılda makineleşme ve silahlanmanın sonunda geçirilen iki dünya savaşı ertesinde artık ontolojik olarak insana olan güven de örselenmişti.

21. YÜZYILDA İŞLER DEĞİŞTİ

21. yüzyıl, Bilgi Çağı olarak adlandırıldı. Yüzyıllar boyu insan ve dünya ikilemi, birbirine karşıt iki varlık alanı olarak anlaşılmıştı. Bilgi ise bireysel bilincin bir tezahürüydü sadece. Bilgi kavramı, bilincin dünyayı kavramasının ifadelendirilmesi olarak anlam taşıyordu. 21. yüzyıl ise bilinci evrensel bir akla, dünyayı ise global bir dünyaya dönüştürdü. Realite artık evrensel aklın kavradığı global dünyayı anlatmaktadır. Doğadan değil, ikinci doğadan, gerçeklikten
değil, yapılandırılmış gerçeklikten söz ediyoruz artık.

Bir sanatçının sanat eseri üretmesinden endüstriyel dünyada bir tasarımın milyonlarca çoğaltıldığı farklı bir yaratım anlayışına varıldı. İnternet sanatı için yapılan denemeler, Varoluşçuluk, Yapısalcılık, anlam araştırması (hermeneutik) gibi disiplinler
mevcut realiteye insanlık adına karşı çıkarken başarılı olamadılar. Sonuçta makineleşme,
robotlaşma, kodlanma ve numaralanma büyük bir hızla devam ediyor.
İnsanlığın Altın Oran arayışı, artık doğanın estetik biçimde aktarılması mekanizmasının
çok dışına çıktı, ikinci elden bir doğanın ikinci elden bir algıya sunulmasında eskisinden
farklı bir realite doğmaktadır.
Psikiyatrinin sanattaki tezahürü olarak görebileceğimiz katarsis, bu yeni dengeler içinde nasıl bir Altın Oran yakalanarak gerçekleşecek ve bizler denge durumuna, o özlediğimiz Ara Zaman’a ulaşabileceğiz? Burada galiba yine psikiyatrinin sunduğu ve hem yaratıcılığa hem de estetiğe ilişkin önemli bir çıkış noktası olan empatiyi hatırlama zamanıdır. Bu yeni dünyayı insanca kucaklamak için teknolojinin ağır bastığı bilgi toplumunda bu yeni değere insani özü katabilmek için…

İnsan dış dünyadaki gerçekliğin temsilini o kadar uzun zamandır yaratıyor ki… Henüz
emekleme aşamasında olan bu ikinci doğaya karşı eskiden olduğu gibi onu ele geçirmek
için değil, insancıllaştırmak için yaratmak aslında daha avantajlı sayılmaz mı?