Anlatı Biliminin Perde Arkası: Nöro Storytelling

Şimdi salonunuzda çok keyifli bir filmi izlemeye koyulduğunuzu düşünün. Hava zaten yağmurlu, dışarıdan yağmur sesleri geliyor, kahvenizi koymuşsunuz kokusu size hep bu dingin keyif zamanlarınızı hatırlatıyor. Eğlenceli bir filme denk gelmişsiniz üstelik, bu film günün yorgunluğuna eş bir akşam siftahı sayılır. Kahveden bir yudum almadan önce kokusunu içine çekmişsiniz. Nefis! Ancak, bu irkilmede neyin nesi? Sanırım cam açık kalmış, hafif esiyor… Tam hareketlenip camı kapatmaya yeltenmiştiniz ki kumandanın yere düşüş sesi kulağınızla buluştu. Ne oldu? Televizyonunuzun ekranı kararmış gibi ama bir kızıllık hakim…  Dahası çok tanıdık bir ses: “Ta dum!”


Hepimiz heyecanla aktarılan bir anlatıdan zevk alıyoruz. Bu anlatı ister roman, ister film, ya da arkadaşlarımızdan birinin başına gelen bir olay olsun, bir hikayeye odaklanmak, onda tanıdık bir şeyler aramak ve bulmak, eski zamanların komşuluk ilişkileri gibi, kapısı algımıza hep açık…


Pandemi’nin bize getirdiği teknolojiyle haşır neşir olan hayatımızın en pratik tarafı sıkıldığımızı hissettiğimiz bir anlatıdan “internetim kötü” veya “görüntü donuyor” gibi kurgularla kendimizi bir an önce soyutlayabilir oluşumuz. Tek bir dokunuşla istediğimiz anlatıya kavuşabiliyoruz. Öyle değil mi?


Yine kahveniz hazır. Rüzgarda esiyor, yağmur yağıyor falan filan… Önünüzdeki sunumda hiç değişmeyen ciddi ve akademik bir ses tonu, tonlarca yazı, grafik, veri… Daha sıkıcı olamazdı herhalde. İşte bu anlatıda beynimiz in sadece belirli bir kısmı aktive oluyor. İnsan beyninin sol alt frontal girusunda (IFG) yer alan dil ile ilişkilendirilen Broca bölgesi (özellikle fonolojik motor yönleriyle bağlantılı olarak işleme ve söz dizimi üretiminin gerçekleştiği yer), bu bulunduğumuz süreçte anlatılanın çözülerek beyinde anlamlandırılmasını sağlıyor. Hepsi bu kadar.

Limonlar Ekşidir!

Ancak iyi bir anlatının içerisindeysek sadece beynimizdeki dil işleme bölgeleri değil, hikaye sayesinde beynimizin günlük olayları yaşarken kullanıldığı diğer alanlar da etkinleştirilir.


“Sapsarı bir limon vardı masanın üstünde. Limonu yemek için yeltendim. Limon o kadar suluydu ki parmağımdaki yara hafif yandı. Çok ekşi olmalıydı. Limonu ağzıma götürürken yaram hala sızlıyordu. Limonu ısırdım. Önce dişlerim sızladı. Daha sonra dilim kamaştı ve ağzımın içinde ki o tükürük birikintisi… Limon… ve birden irkildim! O kadar ekşiydi ki!”


Hikayeyi okurken beynimizde tadımdan sorumlu duyusal korteks (sensory cortex) harekete geçti. Dahası tat korteksindeki nöronlar ekşiliği hatırladı ve tepki verdi. Muhtemelen yüz kaslarınızın değişimi ile beraber motor korteksiniz aktif hale gelmiş oldu.


Peki, “Limonlar ekşidir.” denildiğinde de aynı hissi yaşadık mı?


Hikayenin bedeninize ve beyninize olan etkisini keşfedin. Evet, güzel yapılandırılmış bir hikaye düşüncemizi ve hareketlerimizi şekillendirmemize neden olabilir.

Peki Bir Hikaye Nasıl Böyle Bir Değişime Sebep Olabiliyor?

Hikayenin içinde bulunan semboller, metaforlar, analojiler, benzetmeler, bütüncül ya da parçalı söz dizilimleri bizim ilk uyarıcılarımız.


Mesela, Kafka’nın Gregor Samsa üzerinden anlattığı kurgu metnindeki metamorfozun bir hamam böceğine “dönüşmek” değilde, bu durum karşısında ki “değişimi” konu aldığını bütüncül anlatıdan fark edebiliyoruz.


“Sen öyle her şeye limon olma!” dendiğinde artık size ekşiliği anlatmıyor olması gibi.


Duyduğumuz hikayelerle ilişkilendirdiğimiz bu unsurlar aslında hikayenin bir neden sonuç ilişkisi ile beyni ele geçirdiğini kanıtlıyor. Metaforları, sembolleri ve gerçek olayları otomatik olarak birbirine bağlayarak, duyduğumuz bir hikayeyi beynimizin içinde daha önce deneyimlenmiş bir sebep sonuç ilişkisi ile bağdaştırmaya çalışıyoruz.


Bu duygusal deneyimler, kognitif algılama süreci ve ardından bu algıya karşı oluşturulan bedensel tepki, insula’nın çalışmasına yol açıyor. Insula, bu uyaranlar hakkında bilinç seviyesinde bir algı oluşmasını sağlayarak, bağdaştırma dediğimiz işlemi gerçekleşiyor.


Üstteki kısa hikaye deneyiminizden yola çıkarak aynı hikayeyi birde limon fotoğrafına bakarken birinin anlatmasıyla deneyimleseydiniz neler olurdu sizce?


Nörogörüntüleme desteği ile yapılan çalışmada bir hikaye ve bir nesne tanımı üç farklı yol ile (konuşma, pandomim ve çizim) katılımcılara anlatılıyor; çalışma sonucunda konuşmadansa, pandomimin ve çizimin beynin ilgili motor işleme bölümünde daha güçlü aktivasyonlar oluşturduğu elde ediliyor (Brown & Yuan, 2018). Sonuç olarak, beynin anlatıları işlemesinin, görsel-işitsel veya yazılı formdaki sunum ortamlarına göre değiştiğini söyleyebiliriz.

Burada vereceğim örnek basit, yukarıdaki limon hikayesinde bedeninin bir tepki vermediğini deneyimleyenler, aynı kurguyu izleseydiniz de aynı tepkiyi mi verirdiniz?

Bir Arkadaşımın Hikayesi

Hikayeler, henüz yaşamadığımız ama başımıza gelebilecek bir olay karşısında, dinleyicilerin kendilerini anlatıcı rolüne koymasını sağlar. Her ne olursa olsun beyin sizi baş kahraman olarak ilan edecektir. Hikaye içerisinde bulduğumuz benliğimiz soyut bir anlatının özümüzde canlanmasını sağlar. Arkadaşınıza anlattığınız bir durumu ilerleyen zamanlarda arkadaşınızın sanki kendi yaşamış gibi anlatması durumu ile karşılaşmışsınızdır. İşte baş kahraman değişimi bu durumu özetler niteliktedir. Jeremy Hsu’nun bulgusuna göre, insan etkileşimlerinin yüzde 65’i dedikodu dediğimiz sosyal hikaye anlatımlarına dayanıyor. Bu hikayelerin birçoğunda insan olay kurgusu içerisinde empati kurup kendini keşfe çıkıyor.


Empati kurarken içselleştirdiğimiz davranış ve durumun dayanağı şüphesiz ki güven duygusudur. Beynimizin hipotalamus bölgesinde sentezlenen oksitosin, bir memeli hormonudur ve güven bağının kurulmasında rol oynar. Birçok sosyal davranışı şekillendirdiği düşünülen bu hormon salındıkça empati yeteneğimizi de arttırır.


Barraza ve Zak (2009), yaptıkları bir çalışmada, a
nlatının doğrudan kişisel etkileşimlere ek olarak oksitosin salınımına neden olup olmayacağını araştırıyor. Bu çalışmada, anlatının biri bir babanın oğlunun ölmeden önceki son zamanlarında çektiği acıyı konu alıyor, diğer anlatıda ise aynı baba ve oğlun hayvanat bahçesinde bir gününü ölümden bahsetmeden ele alıyor ve izleyenlerin iki durumda beyin işlevleri inceleniyor.


İlk hikayede oksitosindeki değişim ile baba – oğul ilişkisine yönelik empati duygusu arasında pozitif bir korelasyon ortaya çıkıyor (
Barraza & Zak, 2009) . Hatta artan empati duygusunun sonradan toplum yanlısı bir davranışa bağladığı görülürken, ikinci hikayede katılımcıların oksitosin seviyesinde bir artış görülmüyor ( Barraza & Zak, 2009) .


İçinde bulunduğumuz güzel yapılandırılmış her hikayeyi beynimiz modelleyerek aynı deneyimi bize yaşatıyor. Bir film karakterine kızışınız, bir romanda ki olaya ağlamanız, bayramda şeker tabağını dolduran ama torunları gelmeyen o dedeye, nineye üzülüşünüz ya da ramazanda elinde pidesi ve içeceği ile koşarak koskocaman sofraya gelen o çocuğu gördüğünüzdeki gülümsemeniz…


Bu durumda geldiğimiz nokta şu; anlatı esnasında bir bağ kuruyoruz. Bu durumda inançlarımızı ve varsayımlarımızı onaylayabilir, bunlara karşı çıkabilir ve evet hayatımızı şekillendirebiliriz. Kabul edelim ki insan beyni iyi hikayeler karşısında el pençe divane!


Peki ya hikayeyi duysaydık, görseydik, daha da fazlası bir parçası olup deneyimleseydik?


Tüyler ürpertici bir gerçeğe hazır olun! Hem okuduğunuz hem duyduğunuz hem gördüğünüz hem de deneyimlediğiniz bir hikaye ortamı biliyorum ben: OYUNLAŞTIRMA!


Sinematik ve sesli anlatıların yanı sıra birde fiziksel deneyimin birlikte işlendiği oyunlaştırma sürecinde içinde bulunduğunuz hikayenin yardımıyla etkili öğrenmenin, bilgiyi kavramanın dahası hatırlamanın ve davranış değişikliğinin daha etkili olacağı sonucunu çıkarabilir miyiz peki?

Bu yazı Gamfed Türkiye gönüllülerinden İzel SARI’nın katkılarıyla yazılmıştır.


Kaynakça