Yaklaşık yüz yıldır bilim dünyasından gündelik yaşamımıza kadar çokça tartışılan “Evrim” üzerine yüzlerce fikir, onlarca teori yazılıyor, konuşuluyor. Doğa bilimlerinin her dalı kendi mecrasından katkıda bulunuyor veya bazı mekanizmaları geçersiz sayabiliyor. Ancak ortak problem, evrimin kendisinin değil de mekanizmalarının tanımlanması gibi görünüyor.
Kabul gören ve görece üzerinde yoğunlukla çalışılan temel iki mekanizmadan söz edilebilir. Adaptasyon ve Eşeysel Seçilim. Her iki mekanizma da üzerinde en çok çalışılan ve en çok eleştiri alan mekanizmalar olsa da son zamanlarda tüm doğa bilimleri alanında gittikçe daha çok ses getirmeye başlayan bir mekanizma yükseliyor: “Tercihsel Evrim”. Her ne kadar kulağa evrim mekanizmaları ile uyumsuz gibi gelse de öncelikle ünlü biyolog Jean Baptiste Lamarck ve şimdilerde de biyolog Stuarta Kauffman ile tartışma dünyasına giren bir konu. Özellikle insanın evrimi sürecinde bazı değişikliklerin ne doğa yasalarının zorlamasıyla ne de çevre şartlarının baskısıyla olmadığını, türün bireylerinin “tercihi” ile açıklanabileceğini görüyoruz.
Şimdiye kadar insanın öncül atalarının iki ayağı üzerine kalkmasını, hep yüksek otlu savanlarda ölüm-kalım savaşında galip gelebilmek için doğanın bir zorlaması ve başarılı olan bireylerin soylarını devam ettirebilmesine bağlayarak açıklamaya çalıştık. Türün bireylerini edilgen bir konuma yerleştirerek yapılan ve “sorun” çözen bir bakış açısı gibi görünüyordu.
Ancak eldeki veriler arttıkça görüyoruz ki başka açıklamalara da ihtiyaç giderek artıyor. Bu açıklama çabalarından biri de: “Savan” problemini çözmenin bir çok farklı yolu varken populasyona ait bir bireyin ya da bireylerin iki ayağı üzerine dikilmeyi “tercih” etmesi olabilir.
Günümüzden yaklaşık 10-12 bin yıl önce insan toplulukları keskin bir davranış değişikliği sergilemeye başladı. Toplayıcı-avcı ekonomi rejiminden tarım toplumu rejimine geçiş, insan evrimi açısından büyük kırılmalardan biri olarak görülebilir. Bir ya da birkaç insanın bilinçli bir “tercih” ile bu kadar büyük bir değişikliğe gitmesi evrimsel mekanizmamızda etkili olmuş ise canlıları, doğanın hegemonyasındaki edilgen ve kurban rolünden tercihleriyle evrimsel rotalarını değiştirebilen etkin bir role taşıyabilir mi?
Arkeolojik kayıtlara göre tarım ve hayvancılığın hayatımıza girmesinden çok sonraki dönemlere kadar insan rejiminde “süt” bulunmuyordu. Süt her bir türün dişilerinin kendi yavrularını beslemek için kullandığı, organik kimyasal bir terkip olup istisnalar hariç başka bir tür tarafından besin olarak kullanıldığı vaka değildi. Bu kural insan için de geçerli; süt şekeri olan “laktoz” insan yavrusu tarafından sınırlı sürede kullanılılıyor. “Laktoz operonu” adı verilen bir mekanizma ile yavru, belli bir süreden sonra (takriben 4 sene) annenin sütüyle beslenmeyi bırakıyor; bu mekanizma hem anneyi hem yavrusunu koruyor. Takriben 3-4 yaşlarına gelen yavru artık laktozu sindiremediği için rahatsız olmaya başlıyor; süt emmeyi bırakıp diğer besinlere geçiyor. Bu sayede anne de yeni bir yavru doğurmak ve bakımını yapabilmek için müsait hale geliyor. Ancak tarım ve hayvancılığın insan hayatına girdiği, yani bir birey veya grup diğer hayvanların sütünü de kullanmayı “tercih” ettiği andan itibaren yetişkinlik döneminde “laktoz” sindirimi yapabilen insanların sayısında çok hızlı bir artış olmuş gibi görünüyor. Günümüzde Kuzey Avrupa ülkeleri nüfusunun %90 kadarı takriben 10 bin yıl gibi kısa bir sürede doğalarında bulunmayan bir yeteneği kazanmış oldular. Bu oran coğrafi bölgelere göre değişim gösterse de epey yüksek. Hesaplamalara göre günlük rejimine süt eklemeyi tercih eden bireyler diğerlerine göre %10 kadar enerji avantajı sağlıyor ve bu büyük bir avantaj.
Biraz daha gerilere gittiğimizde de insansı atalarımızın bazılarının, özellikle Neandertallerin yiyeceklerini pişirerek yemeye başladıklarını görüyoruz. Bu tercih modern insan öncesi ve sonrası tüm popülasyonlara oranla görece hızla yayıldı ve artık insan rejiminin olmazsa olmaz bir parçası oldu. Ateşin kullanılması ile ilgili birçok teori ve anlatı olsa bile bugünkü bilgiler ışığında görüyoruz ki bu davranış genetik alt yapının ya da doğanın bir seçim baskısı değil; bir ya da birkaç bireyin “tercih” yapması ile tetiklenmiş bir evrim süreci. O anın nasıl yaşandığını bilmiyoruz ancak görüyoruz ki bu tercih insan evrimini o kadar hızlandırdı ki bilinen “medeniyet” unsurlarının belki de tamamını, etini pişmiş yemeyi seçen o bireye borçluyuz. Bir çeşit ön sindirim olarak değerlendirebileceğimiz “pişirme”, sindirim süresini azaltırken birim besinden protein ve enerji alımını, yani besinin verimini olağanüstü bir oranda artırıyor. Enerji alımı bakımından rakiplerine karşı büyük avantaj sağlayan insanın, geçen zaman içinde çene kemiklerinde küçülme, çene kaslarında zayıflama ve bunlara bağlı olarak yirmilik dişlerinde işlevsizlik, sindirim sisteminde -muhtemelen bağırsak florasında- yapısal ve kalıcı değişiklikler yaşanmış gibi görünüyor.
Spekülasyona açık olmakla beraber öyle görünüyor ki: Günümüz evcil köpeklerinin atası olduğu düşünülen ve zaman içinde nesli tükenmiş olan atasal kurt türü içinden birkaç birey buzul döneminde, muhtemelen 15 bin yıl kadar önce insan popülasyonlarını takip etmeyi tercih etti ve bu tercih zaman içinde evcilleşmesine ve bunlardan bağımsız olarak atasal ırkın neslinin tükenmesine doğru gitti. Benzer bir şekilde 10-12 bin yıl önce yerleşik hayata geçmeye başlayan atalarımıza yakın olma tercihini kullanan vahşi kedilerden birkaç birey günümüzde yüzlerce evcil kedi ırkının oluşmasına yol açtı diyebiliriz. Bu tercihte bulunmayan atasal ırkın torunları ise halen doğada özgürce dolaşmaya devam ediyor.
Doğada buldukları tatlı patates ve kök bitkilerini yemeden önce yıkayan capuchin maymunlarının bu yeteneği nasıl edindiklerini veya popülasyonlar arasında bu bilginin nasıl yayıldığını bilmiyoruz. Bu davranışın evrimsel sürecini ve genetik nedenlerini açıklamak üzere birçok teori üretilebilir. Diğer konular gibi spekülasyona çok açık ancak farklı bir pencereden bakmaya çalıştığımızda gördüğümüz manzara şimdilik bizlere çok sıra dışı gelebilir. O pencereden görünen o ki: Bir gün bir capuchin maymunu elindeki tatlı patatesi yıkamayı tercih etti. Sebebini bilmiyoruz hatta gelecekte nasıl bir evrimsel yola sebep olacağını hesaplamamız mümkün değil. Eğer ölçülebilir bir değişikliğe sebep olacaksa da bunu seçilim baskısı veya eşeysel seçilim ile açıklamak çok yavan kalacaktır. Bu bakış açışıyla artık şunu rahatlıkla söyleyebiliriz ki: Canlının “tercihleri” de evrim mekanizmasında yer alıyor.
Evrim mekanizmalarını anlatırken zaman bariyerinin büyüklüğü ve kırılma noktalarının nasıl yaşandığını tam olarak bilemiyor olmamız ve bilimsel anlatı geleneğinin genellemeci yapısı, bireylere senaryoda edilgen ve kaderini bekleyen kurbanlar rolünü veriyor. Uzun vadede de bu bakış açısı, “Evrim” konusunu bilimsel bir paradigmadan ziyade bir “inanç” meselesi haline getiriyor; insanları “evrime inananlar” ve “evrime inanmayanlar” gibi keskin inanç sınırlarıyla ayırıyor. Halbuki “evrim” inanç meselesi değil “bilme” meselesi olarak ele alınmalı. Bu da ancak özellikle insan evriminde evrimin sadece bir edilgenlik durumu değil, canlının o anki tercihleriyle de ilgili olduğu bilgisinin formülasyona dahil olması ile olabilir.
Son seksen yıldır logaritmik bir hızla büyüyerek hayatımıza giren dijitalleşmeyi, biz 21. y.y. insanları kadar sancılı yaşayan başka bir nesil olmayacak gibi. At sırtından otomobil koltuklarına geçerken 50 km/s hızdan daha yüksek bir hızla gidildiğinde insan vücudunun dağılacağına inanan kesim ile, günümüzde akıllı teknolojinin insan neslini yok edeceğine inanan kesim arasında çok büyük bir fark göremiyorum. Tıpkı bir insan ömrü içinde “solucan deliklerini” kullanarak evrenin keşfedilmemiş yerlerine koloniler kuracağımıza inananlar ile “düz dünya” teorisine inananlar arasında fark göremediğim gibi.
Tüm bu gelişmeler hızla yaşanırken dijitalleşme çabalarının doğal seçilimin bir baskısı mı yoksa milyonlarca türden biri olan Homo Sapiens’in bilinçli bir tercihi mi olduğu tartışılabilir. 1,5 milyon yıl önce arka ayakları üzerine kalkmayı tercih eden Homo Erectus türüne ait ilk birey, nasıl “kendisi için küçük ama insanlık için büyük” bir adım atarak insan türünün evriminde devasa bir kırılma noktası oluşturduysa, bildiğimiz anlamda ilk “dijital” sinyal ve “bilgi kuramı” nın babası kabul edilen Claude Shannon da 1937 yılında “D-Evrim” yolundaki fay hattının kırılmasını gerçekleştirdi. Bilim dünyasının tüm zamanların en iyi tezlerinden biri kabul edilen “Röle ve Anahtarlama Devrelerinin Sembolik Analizleri” çalışması dört ayak üzerindeki analog dünyanın iki ayak üzerine kalkma tercihinin simgesi haline geldi.
“Sınırlarını aşmak” konusunda adeta bir saplantı sahibi olan insan, tercihleri konusunda da var olan tüm sınırları aşmak için meşale taşıyor diyebiliriz. İki ayağı üzerine kalkmayı tercih eden ilk bireyin bizi getirdiği nokta Mars’a koloni kurma planları olduğuna göre, bugün (evrimsel ölçekte 80 yıl gün bile sayılmaz) içinde bulunduğumuz dijital dünya, D-Evrim sürecinde “Homo Digitus’u” nasıl şekillendirecek? “Yokluklar dünyasının” şekillendirdiği zihnimiz, bedenimiz, sosyal ilişkilerimiz, beslenme rejimimiz “çokluklar dünyasının” getirdiklerine nasıl uyum sağlayacak?
2015 yılında Fransa’da yapılan iki çalışma insan beyninde dokunma duyusu verilerinin işlendiği bölgede ilginç değişiklere işaret ediyor. Çalışma, dokunmatik ekran üzerinde yoğun olarak işlem yapan bireylerde, somatosensory kortekste bulunan ve parmaklardan gelen verinin işlendiği bölgedeki işlem alanının arttığını gösteriyor. Muhtemelen bireyin tercihlerinden kaynaklanan ve beynin plastisite yeteneğinin bir göstergesi olan bu değişimin yeni nesile aktarılması kısıtlı olacak (epigenetik teorisindeki gelişmelere bağlı olarak gelecekte ölçülebilir) ya da aktarılamayacak. Ancak bildiğimiz evrim mekanizmalarının bize söylediği kadarı ile doğuştan somatosensory korteksteki parmak verileri bölgesi normalden daha fazla gelişmiş olabilecek bireyler dijital dünyaya 1-0 önde başlayacaklar. Biraz bilim kurgu tadı katmak istersek: 1,5 milyon yıl sonra dünyayı sadece parmakları ile algılayan olası bir “ Homo Digitus” türünün atalarını aramızda dolaşırken görüyor olabiliriz.
2014 yılında Japonya’da yapılan başka bir çalışma ise birden fazla medya verisine maruz kalarak çoklu işlem (multitasking) yapmak zorunda kalan bireylerde empati, dürtülerin kontrolü, karar verme ve duyguların kontrolü gibi işlevlerden sorumlu olduğu bilinen anterior singulat korteksteki “gri madde” yoğunluğunun azaldığı gözlenmiş. Yaşlanma sürecinin belirtilerinden olan bu fenomeni, -bireylerde yaş ilerledikçe doğal olarak gözlenmesine rağmen- “Homo Digitus” bireylerinde köklü sosyolojik ve kültürel değişikliklere neden olabilir diye yorumlayabiliriz. Tabii ki bu yorumlar spekülasyon ve bilim kurgu evreninin malzemeleri gibi görülebilir. Ancak unutmamak lazım ki bilimi ve geleceği şekillendiren en büyük itici güçlerden biri de “bilim kurgu” senaryoları. Her ne kadar gelecek tasavvurları genellikle distopik bir evren beklentisini beslese de kabul etmek lazım ki: 50 bin yıl önce Fransa’da mağara duvarlarına ilk sanat eserlerini nakşeden Homo Sapiens Sapiens atalarımızın yazacağı bilim kurgu hikayelerinde, yaşadığımız çağ pek “cennetten bir köşe” temalı olmayacaktı.
İnternetin günlük hayatımıza girdiği son 20 yılda dijital iletişim ve sosyal medya vazgeçilmez bir yaşam tarzı haline dönüşüyor. İlk defa 1793 yılında geliştirilen ve 1835 yılında Samuel Mors tarafından bulunan Mors alfabesi ile iletişimde kullanılan Telgraf, büyük kırılma noktalarından biriydi. Yazının icadı ile beraber gündeme gelen malumatın iletimi ile beraber duyguların iletilememesi belki de edebiyatın doğmasına sebep olmuştur. 185 sene öncesinin Twitter’i olan telgraf aracılığı ile bir haber aldığınızı düşünsenize, kelime sayısı kısıtlı, duyguları anlatacak dolaylı benzetmeler yok ve mimikler taşınamıyor. Muhtemelen savaşların büyük bir bölümü Kralların “Tweet” leri yüzünden çıkmıştır. Milyonlarca yıllık ar-ge’nin ürünü olan sözsüz iletişim iliklerimize o kadar işlemiş durumda ki, İnsanın Fabrika Ayarları’ nın nirengi noktası sayılabilecek ilişkilerimizi arka planda sürekli manipüle eden görünmez bir film yönetmeni; birisi uyarmadığı sürece dönüp bakmadığımız filmin sonunda akıp giden ve kimsenin okumadığı “casting” listesi gibi. Görüntülü iletişimin geliştirilmesi bu duygu iletimi eksikliğini giderecek zannettik ama görüyoruz ki öyle olmadı. Sırf duygusal mesaj eksikliğini ortadan kaldırmak için yeni bir uluslararası dil gelişti önce, okuma yazma bilmeyen çocuktan, mektuptan başka iletişim aracı görmemiş ninelerimize kadar herkes bu dili öğrendi ve bu dil ülke sınırı veya kültür bariyeri tanımıyor 🙂
Pandemi ile hayatımıza giren “uzaktan çalışma”, “uzaktan eğitim”, “uzaktan toplantı” gibi yeni araçların -gelişen görüntülü iletişim- sayesinde sıkıntısız devam edebileceği ön görülmesine rağmen çok kısa bir sürede öyle olmadığını da öğrendik. İki boyutlu düzlemde çok boyutlu insanı algılayabilmenin, söylendiğinden çok daha zor olduğu ortaya çıktı. Kendi etik kurallarının, davranış paternlerinin icadı biraz zaman alacak gibi ama yine de kabul edelim ki sözsüz iletişim yeteneklerimizi “veri” ile beslemediğimiz sürece, şu anda ön göremediğimiz spekülasyona açık, distopik etkilerinin ortaya çıkacağı aşikar. Uygulamalı Nörobilim çalışmalarının gösterdiğine göre bir kişiyi bir defa fiziksel ortamda görüp tanışmamız daha sonraki “online” görüşmelerdeki eksik sözsüz iletişim “verilerini” beynimizin tamamlamasına müsaade ediyor. Ancak izolasyonumuz arttıkça ve hiç karşılaşmadığımız insanlar ile “online” ortamda bir araya geldikçe ayarlarımız nasıl bir tepki verecek inanın bilemiyoruz. Plastisite de bir yere kadar canım, üç buçuk milyar yılda oluşmuş bir yapıyı yüz yıl gibi kısa bir sürede bu kadar kurcalamaya devam edersek sıkıntı çekeceğimiz ortada. Öyle değil mi?
Eğer bu yazı ilginizi çektiyse sıradaki yazımız sizin için geliyor: Obje Merkezli Dünya Tarihi