– Türkiye dünyada neden hiçbir konuda iddialı değil?
– Kaç tane ürettiğimiz patent var?
– Teknolojiyi kullanmanın ötesinde “yapan” bir Türkiye imajı?
İşte bu hedeflerle motive olan, bugüne kadar çalıştığı tüm firmalarda hep sevilmiş, daha önemlisi sayılmış ve birçok kişiye örnek olmuş bir Türk iş adamından bahsediyorum.
Onun adı Jan Nahum .
Ben de birçok kişi gibi, Türkiye’nin son dönemlerdeki en büyük eksiğinin güçlü bir lideri olmayışına bağlayanlardanım. Topluma hedef gösterip, peşinden sürükleyebilecek etkili bir lider?
Bugün otomotiv sektörünün duayeni olarak bilinen Jan Nahum, 1995’te Tofaş’da Genel Müdürlüğünün henüz birinci yılında, Suna Kıraç’a bir gün “2000 yılında Fiat’ın dünya politikasına yön verenler arasında, pekala Koç’un yöneticilerinden biri de olabilir” diyor. Suna Kıraç’ın Nahum’a verdiği yanıt ise ilginç: “ Senin hayallerin çok geniş .”
Nahum’a göre ise yöneticilerin hayallerinin geniş olmasında hiçbir sakınca yok, aksine fayda var: “O günlerde ben kendimi hiç düşünmemiştim tabii. Koç Topluluğu’nun en tepedeki yöneticilerini kastetmiştim. Ama 2 yıl gecikmeyle gerçekleşti bu hayalim. Fiat’ın dünya politikasına yön veren en tepedeki 5 kişiden biri Türk.”
Ve o Türk, Jan Nahum’dan başkası değildi.
Şimdi aynı Jan, insan ve makinenin uyumlu işbirliği ile otomotiv teknolojisinin sınırlarının zorlandığı ve sürekli gelişmenin inovasyon alanı olan Formula 1 yarışlarının Türkiye’de yapılmasına öncülük yapanlardan. Biliyorsunuz, 25-27 Ağustos 2006’da İstanbul Park F1 ‘e ikinci kez ev sahipliği yapacak. Her ülkede bir markanın sponsorluk desteği ile isimlendirilen (geçen sene Türkiye’de hiç bir markanın isim hakkını alamadığı) bu prestijli organizasyonun şimdi, bizde de bir ismi olacak:
“Formula 1 Petrol Ofisi Turkish Grand Prix.”
Geçen sene 194 bin ziyaretçiye unutulmaz anlar yaratan bu şöleni, dünyada 133’ü canlı olmak üzere, toplam 203 ülkede yüz milyonlarca insan televizyondan seyretti. Türkiye, Formula 1 için yaptığı 135 milyon Euro yatırımın 50 milyon Euro’sunu geçen sene çıkartmıştı. Bu sene elde edilecek gelirlerle de başa baş bir noktaya çok yaklaşılacağı tahmin ediliyor. İşte bu denli büyük rakamların döndüğü bu organizasyon Türkiye’nin imajı için muhteşem olanaklar sunuyor. Ve bunu sadece görmekle kalmayıp, harekete de geçen Petrol Ofisi ( POAŞ ), hem kendi markası adına, hem de Türkiye adına önemli işlere imza atmaya başladı.
Jan Nahum’un Genel Müdürlüğünde Formula 1 atağına kalkan Petrol Ofisi , F1 Türkiye bacağının isim hakkı ile yetinmeyip, Şubat ayında Formula 1’in bir alt kategorisi olan GP2’de yarışan “Fisichella Motorsport International FMS Takımı”na sponsor olmuştu. Petrol Ofisi, Renault pilotu İtalyan Giancarlo Fisichella’nın sahibi olduğu takıma yaklaşık 4 milyon Euro’ya sponsor olarak takımın ismini, iki yıl geçerli olmak üzere, Petrol Ofisi FMS olarak değiştirmişti. Bunun ardından, takım pilotları Giorgio Pantano ve Jason Tahincioğlu ile koştukları ilk yarış olan GP2 yedinci ayak Fransa Grand Prix’de birinci oldular.
Evet, hem de bir Türk pilotla! Jason Tahincioğlu bu anlamda da bir ilk olmuştu Türkiye için. Böyle bir yarışta zirveye ulaşmak da, yine aynı şekilde bir ilkti bizler için. (Daha sonra hatırlarsınız, reklam filminde İstiklal Marşı’nı kullanarak tartışmalara neden olmuş, gelen bazı eleştiriler sonrasında da RTÜK’ten onay almışlardı.)
Nahum’un Ayşe Arman ile yaptığı röportajında söylediği, geçenlerde okuyup çok hoşuna giden bir soru var: “When is the last time, you did something for the first time?” [En son ne zaman bir ilki gerçekleştirdiniz?] “Belki de bu yüzden Formula’ya sponsor oluyoruz, Everest’e adam yolluyoruz. Biz yeni şeyler yapmaya ve öncü olmaya gayret ediyoruz” diyor. Yakın gelecekte bir Türk takımı ve pilotunu Formula 1 yarışlarında görmek bu vizyonla hayal değil artık.
1950 doğumlu Nahum , Robert Kolej?den mezun olduktan sonra üniversiteyi Londra’da Royal College of Art?ta otomotiv tasarımı üzerine yapmış. İş hayatına 1973 yılında proje mühendisi olarak Otosan?da başlayan Jan Nahum, sonra sırasıyla Koç Holding AR-GE birimi (Tasarım Sorumlusu, Müdür Yardımcısı, Müdür), Otokar (Genel Müdür) ve sonrasında 8 yıl boyunca Tofaş Genel Müdürlük ve CEO?luğunu yapıyor. Bu dönemde Tofaş mühendisleri tarafından geliştirilen Doblo, belki de Türk otomotiv sektörünün elde ettiği en önemli başarılardan biri olarak kayda geçiyor. Daha sonra İtalya’da, hepimizi gururlandıran bir görevde, Fiat Uluslararası İş Geliştirme Bölüm Başkanı olarak çalışmış. Nisan 2005 tarihinden beri de, Türkiye akaryakıt ve madeni yağ sektör lideri Petrol Ofisi A.Ş.’nin Genel Müdürü (CEO).
Jan Nahum sadece Petrol Ofisi için değil, Türkiye için de bir şans. Bugüne kadar elde ettiği uluslararası başarıları, deneyimi ve bilgi birikimi ile Türkiye için, bundan sonra da yapabileceklerinin sınırı yok. Etki alanı ve getireceği ses ile Formula 1 buna iyi bir örnek. Yurt dışında milyonlarca dolar harcayarak yapılan reklamların etkisinin tartışıldığı bir ortamda, Nahum liderliğinde çalışacak bir “Türkiye’nin İmaj Komitesi” nin, sonuçları ölçülebilir, iddialı başarılara imza atacağından eminim. Hem de daha az maliyetlerle.
Onu hayata bağlayan belki de en önemli beslenme araçları “öncü olma” ve “başarma hırsı.” Her gün ayakta olduğu 21 saat’in bir saatini POAŞ dışında, Türkiye için seve seve verebilecek kadar da aşık o Türkiye’ye. Yeter ki kendisine, işi bildiğini iddia edenlerin burnunu sokmayacağı ve yetki alanlarına müdahale edilmediği bir ortam sunulsun.
———————————————————————–
Jan Nahum’la geçen hafta Hürriyet Gazetesi için yaptığı röportajla ilgili duygularını bakın Ayşe Arman nasıl dile getiriyor: “İnsan heyecanlanıyor. Çok. Çünkü onun rüzgarı, havası sana geçiyor. Röportajdan sonra, ‘Yaparım’ deyip askıya aldığım bütün planlarımı, projelerimi beynimin raflarından indirdim. Çünkü gaza geldim. Öyle biri. Şimdi söyleyeceğim size tuhaf gelecek ama o insanda, resmen çalışma ve başarma isteği uyandırıyor.”
Keyifli olduğu kadar etkileyiciydi de bu söyleşi. Bunu aynen Hema’nın sahibi Mehmet Hattat da böyle düşünmüş olacak ki, fabrikasında çalışanlara 2.500 adet gazete bulup dağıttırmış!
Ben kendi payıma dikkatimi çeken yerleri siyah yaptım; ilgilenenler için söyleşinin tamamı burada .
————————————————————————-
Ve işte şimdi Jan Nahum, Petrol Ofisi’nin tepesinde. Yeni bir rüzgar estiriyor Türkiye’de: Petrol Ofisi ve Formula 1’i yan yana getiriyor. Dünyanın en prestijli yarışlarından biri Formula 1, on yedi seçilmiş ülkede yapılıyor sadece. Petrol Ofisi de, Türkiye ayağının sponsoru. Kendisi de Formula 4’te yarışmış biri olarak, GP 2’de yarışacak bir takım kurdu. Derya gibi adam.
İşte, hep röportaj yapmak istediğim adamın karşısındayım. Sizi rol modeli almak isteyenler neler yapmalı? Nasıl Jan Nahum olunur? Nedir sırrı? Çok çalışmak mıdır? Hedefe kilitlenmek midir? Günde sadece üç saat uyumak mıdır? Kişilik midir, doğuştan mıdır?
– Benim iddiam doğuştan olmadığı. Bence insan kendini yetiştirir, yaratır ve konumlandırır. Nasıl mı? Ortamı “challenge” etmekten çekinmeyeceksin. Meydan okuyan bir tip olacaksın. Hem de her konuda. “Acaba aykırı düşer miyim? Yanlış anlaşılır mıyım?” endişesi taşımayacaksın. Kural şu: Salak yerine konmaktan korkmazsan, başarırsın!
Peki siz hep mi böyleydiniz?
– Nerdeee? İnanılmaz çekingen biriydim. Ama hayat bazen seçenek tanımıyor, iş hayatında elin mahkûm bir şeyle yüzleşiyorsun ve pişiyorsun. Fiat’a gittiğimin üçüncü ayında 7 bin kişiye bir konuşma yapmam istendi. Üstelik İtalyanca. Al başına bela! O 7 bin kişinin de bir şekilde güvenini kazanacağım. Ve topu topu 10 dakikam var. Ama kaçmak gibi bir şansım yoktu, çıkıp konuştum. Yani kural şu: “ Korktuğun şeyin üzerine gideceksin .” Ama bunlar zart diye olmuyor, zaman alıyor.
Yıllar evvel zırhlı araç tasarladık. Yabancıların ürettikleriyle rekabete soktuk. Komutanlar geldi, “Yerliyi de yabancı kadar iyi yaptınız mı?” dedi. “Tabii” dedim. “E madem kendine bu kadar güveniyorsun” dediler, “Gir içine ateş edeceğim!” Girmezsen o iş bitiyor. Yönetici olarak bir çalışanına “Ben girmiyorum sen gir” de diyemezsin. Mecbur giriyorsun. Sana ateş ediyorlar. Anlatabiliyor muyum? İş hayatında hep ateş ediyorlar. Ama sen işini doğru yaparsan, sorun yok.
Sizdeki bu cesaret doğuştan mı?
– Yok canım, o da aşağılana aşağılana oldu. “Bir dahaki sefere, ben bunu yemem” diyerek biraz daha güçlendim, sesim daha gür çıkar oldu. Ve tabii çalışacaksın. Bu en en en önemli kural: Allah’ına kadar çalışacaksın.
Başka?
– Alçakgönüllü olacaksın. İnsanları rahatsız edecek hatta ezecek ölçüde…
O zaman bu, bir taktik?
– Kısmen. Kural dedin, ben sana kendi kurallarımı anlatıyorum. Mesela ben hiçbir zaman bir arabanın arkasına oturmam. Kendi arabamı kendim kullanırım. Ha park etme derdi varsa, şoför yanıma oturur, ben inerim, o park eder. Sonra kendi çantamı kendim taşırım. Taşıtmam.
Zaten bir başkasına çantanı taşıtmak hıyarlık değil mi?
– Ama öyle çok CEO ve üst düzey yönetici var ki bunu yaptıran. Üstelik sadece Türkiye’de değil, dünyanın her yerinde. Ben yöneticilik oynamam , bunu anlatmaya çalışıyorum.
Peki ilişkileriniz kuvvetli midir? Türkiye’de işler öyle yürür ya, hatırlı dostlar filan…
– Yok bu benim yolum değil. Bir dolu insan, benim kadar çalışmayarak, hiç alçakgönüllü olmayarak, sadece ilişkileriyle, yani network’leriyle iş kotarmış, becermiş olabilir. Ben onlardan değilim.
Sizin yöneticiliğinizin temel özelliği…
– Çalışmak. Hata yapmaktan korkmamak. Ve kitabın yazdıklarına uymak….
Anlamadım, hangi kitap?
– Ben tecrübeye ve piyasada pişmeye çok da itibar etmem. Esas olan alaylı olmak değil, okullu olmaktır benim için. Uzmanlaşmaya, bir konuda derinleşmeye inanırım. Teorik eğitime inanırım. Bir de birlikte çalıştığım insanlara da şunu söylerim: “Üç yıl boyunca ne biliyorsam size öğreteceğim. Ama gözünüzü seveyim üç yıl sonra konularınızı benden daha iyi bilin ve siz bana öğretin …”
Babanız Bernar Nahum olmasaydı, siz Jan Nahum olabilir miydiniz?
– Bu soru, “Kapılar sana baban sayesinde mi açıldı?” ise, babamın Bernar Nahum olmasının işi zorlaştırdığı olurdu. Çünkü babamın şöyle bir kompleksi vardı: “Aman, oğullarımı kayırıyor gibi algılanmayayım.” O yüzden bize yüklenirdi, ya da beğenebilme ihtimali olan bir şeyi beğenmezdi…
İltimas sıfır yani…
– Evet. Bir dolu insanın damadı filan Koç Grubu’na genel müdür yardımcısı seviyesinden girmiştir. Abimle ben adım adım uğraştık. Hatta oradaki müdürler arasında şöyle bir sendrom vardı, “Aman Allah’ım! Bu, ortağın oğlu. Çok fazla ilerlerse, üç gün sonra başımıza çıkabilir.” İspat etmem zor ama nice müdür, işimin aksaması için uğraşmıştır.
Ama babanız olmasa, belki de Koç’a hiç giremeyecektiniz!
– Ben zaten girmek istemiyordum ki, babam mecbur etti. Bir arkadaşımla tasarım şirketi kuracaktım. Ama babam tutturdu: “Mümkün değil benim oğlum illa Koç Grubu’nda çalışacak!”
Neden?
– Öyle bir bağlılığı vardı.
Eğitim paralarınızı Koç mu ödedi?
– Yok hayır. Sadakat duygusu işte. Bizim hayatımız Koç’tu. Koç konuşulurdu, Koç için yaşanırdı. Üniversiteyi bitirdik, geldik Koç’ta işe girdik. Başka türlüsü düşünülemezdi. Ama pişman mısın dersen, hiç değilim. İyi ki Koç’a girmişim.
Robert Kolej’in bütün bu başarınızdaki payı ne?
– İnanılmaz payı var. Oradaki düşünme biçimi, arkadaşlıklar, saçmalıklar, yaramazlıklar beni anlatamayacağım kadar çok şekillendirdi. O yüzden ben de çocuklarımın eğitimine dikkat ettim. Anglosakson eğitimi derim başka bir şey demem.
Ne öğrendiniz Robert Kolej’de?
– Yanlış yapabilmeyi…
Nasıl yani?
– Yanlış yapmaktan kokmamayı. Koç’a girdiğimde fark ettim ki, herkes yanlış yapmaktan korkuyor. Oysa bu saçma. Tabii ki yanlış yapacaksın. İlaç endüstrisinde 20 bin ilaçtan bir tanesi başarıyor. 19 bin küsur yanlış demek bu. O yüzden pekálá yanlış da yapılır, “Ben bilmiyorum” denebilir.
Peki farklı düşünebilmenizde ailenizin payı?
– Pek yok. Çünkü ailem bana belli kalıplar içinde düşünmeyi öğretti. İngiltere’den saçlar omuzlarımda geldim, sakallarım filan vardı. Koç’taki genel müdür, “Tamam saçını sakalını kes ve hemen bizde çalışmaya başla” dedi. Ben de dedim ki, “Saçımı sakalımı kesmem, Otosan’da da çalışmam. Otosan beni ya böyle kabul eder ya da buradan giderim.” Güldü ve şöyle dedi: “İyi ama senin baban kimseyi böyle kabul etmiyor…”
E n’aptınız? Kestiniz mi?
– Yok canım. Ben iyi bir direnişçiyim.
Otomobil dizaynı okumak baba mesleğini devralmak için miydi, yoksa içinizde bu konuda dünyaya meydan okuyacak bir enerji hissettiğiniz için mi?
– B şıkkı. Ben 12 yaşındaydım, yerli yabancı bütün kamyonları bilirdim. Çünkü evimizde konuşulurdu. Bizim hayatımız otomobildi. Ben de, çocuk aklı tabii, “Otomobil tasarlayacağım” dedim, “Niye başkası yapsın? Ben yapacağım!” Abim, motor dizaynı okudu, ben gövde dizaynı.
İki kardeşten sizin adınızı bilmeyen yok ama abinizin adını bilen yok.
– Çünkü ben Türkiye’de kaldım, o dışarıdaydı. Yoksa o 73’lerde, 74’lerde, beş arkadaşıyla birlikte Türkiye’de ilk rotatif motoru dizayn etmiş adamdır. O da en az benim kadar başarılıdır.
Sizin için hayattaki en önemli şey başarılı olmak ve çalışmak mıdır?
– Hayır ama verilen görevi iyi yapmak önemlidir. Ben bana ne görev verilirse verilsin dört dörtlük yaparım . Ama tabii bu benim baş belası olmadığım anlamına gelmez.
Nasıl yani?
– Bana görev verenler, genellikle beni fazla tanımaz. “Çok çalışkanmış ve başarılıymış” gibi şeyler duyarlar, beni o göreve atarlar. Nasıl bir karambole yol açabileceğimi kestiremeden. Mesela Otokar’da ne yaptığımı bilmeden, Tofaş’a götürdüler. Sadece Suna (Kıraç) Hanım dedi ki, “Gözünü seveyim, bu bizim iyi bir şirketimiz. Ortaklarla da aramız iyi. Ne olur aramızı bozma.” 15 gün sonra Fiat’tan yazı geldi, “Bu adam ortaklığı bozdu” diye.
Benim kendi metotlarım var , ne yapmam gerektiğine bakıyorum, kararımı veriyorum ve ona göre ilerliyorum. Ama başarılı oluyorum.
Hep başarıdan söz ediyorsunuz. Çocukların sizce, sürekli başarmaya mahkûm yetiştirilmesi, sağlıklı bir şey mi?
– Mahkûm etmek kötü ama yönlendirmek önemli. Hepimizin bu dünyaya bir borcu var. Bu dünyaya sadece eğlenmeye, gülmeye gelmedik. Biraz da bu rahatlığımızı ödememiz gerekiyor çünkü sefalet içinde olanlar da var. Yani dalga geçme hakkımız yok. Hele parası pulu olanların, rahatı yerinde olanların çalışma ve başarılı olma mecburiyeti var . Aksini kabul etmiyorum ben. Ama bunun için illa bir ofise gitmek gerekmiyor.
Eşim bir okulun vakfında yönetici, babamın okulunun yönetimini de yapıyor, üç oğlumuzun eğitiminden de sorumlu. Neredeyse benim kadar ağır çalışıyor. Ve şöyle bir ideali var: “Hangi sosyal sınıftan olduğu hiç mühim değil, etrafımızda okumak isteyen kim varsa okuyacak!” Hepsini üniversite mezunu yapmak için uğraşıyor. Buna ek olarak Bangladeş’te, Brezilya’da, Afrika’da 12 çocuk okutuyor.
Bu kadar çok çalışan bir adamın ailesiyle bir şeyler paylaşabilmek ve mutlu olabilmek gibi bir ihtimali var mı?
– Var valla. Hani insanın sevdiği ama dalga da geçtiği berbat arkadaşları vardır ya, oğullarım için biraz öyleyim. Bu da hoşuma gidiyor. Karıma gelince, çocuklar büyürken çok yardım ettim, devamlı taşıdım, yedirdim, altlarını değiştirdim. Şimdi durum şu: Cumartesi bulaşıkları ben yıkıyorum. Öğlenleri annem de gelir, hep birlikte yemek yeriz, masayı da ben toplarım. Oğullarım, “Otomotivin duayenine bakın” diye alay eder. Buna rağmen, keşke aileme daha fazla vakit ayırabilsem diyorum. Çünkü biliyorum bu zamanlar geri gelmeyecek, oğullarım yakında çalışmaya başlayacaklar, evlenecekler ve evden tamamen uçacaklar…
Evde en çok konuşan siz misiniz?
– Yok hayır, ben evde susuyorum. Zaten konuşunca, herkes kaçıyor, “Bu yine yıldızlardan ve astronomiden söz etmeye başladı!” diyorlar. Ama eşim maşallah, Binbir Gece Masalları gibi konuşur.
İyi bir dinleyici misiniz?
– Yok değilim. Dinlermiş gibi yaparım ama…
Bir insanın size derdini kaç dakikada anlatması gerekir?
– Üç dakika. Yoksa inanılmaz sıkılıyorum. İnsan bir meseleyi kısa anlatabilmeli. Ne var ki, ben bunu hiç beceremiyorum. Sonsuza kadar konuşurum.
En sevdiğiniz özelliğiniz?
– Sınırları zorlarım. Beni tanımlayan şey bu. Kendi sınırlarımı da zorlarım. Bu yüzden de insanları şoke ederim: Çok yorgun da olsam, beş dakika uyur, sonra tekrar beş saat çalışırım…
Şöyle bir görüş var: “İnsan gece yarılarına kadar çalışıyorsa bir yerde hata yapıyordur ya da işi delege edemiyordur! İş dediğin de 9-6 arası bitmelidir, hayat da sadece çalışmak değildir.”
– Böyle diyen herkes yanılıyor. Ya da işi başkasına yaptırıyor. Kendi katma değerlerini koymuyor. Sadece yöneticilik oynuyor. Ben o insanlardan değilim.
E peki, n’olacak bu işin sonu?
– Bilmem, erken öleceğim galiba!
İnsanın sizi ikna edebilmesi için, tavlayabilmesi için nereden konuşmaya girmesi gerekiyor? Sümer tabletleri, eski medeniyetiler, astronomi, arkeoloji, maket gemiler, iskeleler…
– Evet, bunlar beni büyülüyor. Ama dikkatimi çekmek için, yeni bir şey söylemek de yeterli. Ya da bildiğimiz bir şeyi farklı bir şekilde söylemek. Geçen gün de bir yerde bir cümle okudum mesela, çok hoşuma gitti: “When is the last time, you did something for the first time?” Çok hoş değil mi: “En son ne zaman bir ilki gerçekleştirdiniz?” Belki de bu yüzden Formula’ya sponsor oluyoruz, Everest’e adam yolluyoruz. Biz yeni şeyler yapmaya ve öncü olmaya gayret ediyoruz.
Petrol Ofisi eskimiş bir markaydı da, onu gençleştirmek için mi böyle bir şeye kalkıştınız?
– Öyle de denilebilir. Formula 1 deyince aklımıza ne geliyor? Genç, teknolojide ileri, süratli, popüler, etkin, güçlü, hayranlık uyandıran. Biz kendi markamızı da böyle konumlandırmak istiyoruz. Bugün dünyada bir enerji oyunu var ve çok politik oyun. Biz bu enerji oyununun adını koyan şirket olmak istiyoruz. Evet, çok iddialıyız. Ve esas olanın, hayatta sınırları zorlamak olduğuna inanıyoruz. O yüzden gittim Formula 1’i getirdim . Çünkü Formula 1 bunu yapıyor.
Siz getirdiniz yani?
– Tabii. Formula 1’i Türkiye’ye getiren adam benim.
Bir de takım kurdunuz. Peki buna niye ihtiyaç duydunuz?
– Bizzat yaşamak istedik. Sadece sponsor olmak kesmedi. Formula 1 artık bizim parçamız. Yağ üretimimizi de başka türlü şekillendiriyoruz. Yakında bu yarış pistlerine, Petrol Ofisi’nin yağları girmeye başlayacak. Bu sıkı bir teknolojik aşamadır. Bu yağları yaparken gaza geldik, Ortadoğu’nun en büyük yağ araştırma merkezini kurmaya da karar verdik.
Müthiş bir ticari faaliyet olması bir tarafa, sizin şahsi Formula 1 manyaklığınızın da, bütün bunlarda etkisi var değil mi?
– Vardır. Gelmiş geçmiş bütün pilotları say desen, sayamam belki ama çok severim. Eski yarışçılardanım. Pek çok erkek gibi ben de Schumaher olmayı hayal ederdim.
Otomobil dizayn eğitimi almış biri olarak, bir otomobilin ilk neresine bakarsınız?
– Ön üç çeyrek, arka üç çeyrek, yan, tam ön ve tam arka. Ama otomobil alan herkes farkında olmadan aynı şeyi yapar.
Sonra mı teknolojisi, gücü, motoru, filan gelir?
– Tabii, tabii…
Sizce otomobil, maskülen mi feminen midir?
– Dünyanın en maskülen oyuncağıdır. Ama içi feminen tasarlanmış araçlar, tüketicinin daha fazla beğenisi kazanıyor. Daha rahat ve soft çünkü. Mesela Renault’ların içleri Fiat’a göre çok daha sıcak.
Dünyanın maskülen oyuncağı, neden son zamanlarda feminenleşmeye başladı? Otomobiller gay’leşiyor mi?
– Hayır. Bir dönem organik şekiller vardı, sanki öyle bir hava yaratıldı ama otomobiller gay’leşmiyor. Tam tersine, maço olmaya doğru ilerliyorlar.
O zaman neden popoları öyle Jennifer Lopez gibi kalkıyor? Gözler Audrey Hepburn gibi bakıyor?
– Valla, güzel gözlü erkekler de var yeryüzünde. Sonra siyah adamların popoları da yukarıda. Aksine büyük jantlar, kalın geniş lastikler, güçlü motor, geniş aks ve yere yakın araçlar… Otomobil her zaman maskülin…
Peki sizin favori oyuncağınız? Bütün zamanların en bayıldığınız otomobili?
– Ferrari! Ferrari, bana sorsan şudur: İnsanın özel jetine, jean ve lastik ayakkabıyla girmesi. Kendi arabasını bir başkasına kullandırtan Ferrari almaz. Ferrari’n varsa, o arabayı bir şoförün kullanması salakça…
Başka favori otomobil…
– Aston Martin. O işte kedi görünümlü bir araba.
Peki Mercedes, BMV gibi dünyalı araçlar?
– Mercedes tam bir statü sembolü, benim için araba tutkusu olmayan insanların otomobili. Mercedes’e binmek, “Benim param var, bak Rolex takıyorum” demek gibi bir şey. Ama BMW başka, beğeniyorum.
Jip?
– 4×4 Land Rover. Bence of road’daki an sıkı araç.
Hummer?
– Oooo. Güç ve iktidarı temsil ediyor. Müthiş estetik buluyorum. Ve vahşi. Bence sıkı bir araç. Özellikle ormanda kullanmak harika. Ama onunla gece kulübüne gitmek… Hava atmaktan başka bir anlama gelmiyor… Gülünç!
Dünyanın 6. büyük otomotiv şirketinin, Fiat’ın başkanlarından biriydiniz. İnsan böyle bir başarıya nasıl imza atılıyor: Sadece çok çalışmak ve yaratıcı olmak yetiyor mu?
– Ben Tofaş’ta çalışırken, Fiat’ı feci “chalange” ettim. Hani bazıları,”Suyundan gideyim de, beni terfi ettirsinler” diye düşünür ya. Ben öyle bir adam değilim, tam tersine, iyi olmayan her şeyi yüzlerine vurdum . O kadar bela oldum ki, “Ya herhalde bir bildiği var” diye beni o göreve getirdiler.
Türk olduğumuz için komplekse kapılmamız mı gerekiyor?
– Ne münasebet. Benim eğitimim, birlikte çalıştığım yabancıların yüzde 99’unun eğitiminden daha iyiydi. Ve ben bunu eğitimi burada, Türkiye’de aldım .
Peki yabancılarla çalışmak daha mı kolaydır?
– Hayır. Yabancılar daha katıdır. Ve onların zihinsel bloklarını aşmak zordur. Kafalarının bir yerinde senin üçüncü dünya ülkesinden geldiğin fikri her zaman vardır. Türk olduğun için entelektüel olarak onlarla aynı seviyede olmanı beklemiyorlar. Dolayısıyla, senin kendini hep kanıtlaman gerekiyor. Fakat şurası da gerçek: Genel olarak bizden daha eğitimliler. Fiat’taki yönetimin kurulunun bilgi seviyesi, kusura bakmasınlar ama burada karşılaştığım yönetim kurulu seviyelerinden kat kat yüksekti.
Kaynak: Hürriyet Gazetesi, 30 – 31 Temmuz 2006, Ayşe Arman.