Bu dünya üzerinde yaşayan diğer canlılarla karşılaştırdığımızda, insanoğlu çok ileri düzeyde yaratıcılık göstermesiyle hemen öne çıkan bir canlı türüdür. İnsanlığın bize bıraktığı en eski miras, mağara duvarlarına çizilen resimler ve taş süslemelerdir. Etraflarındaki dünyayı sanat ve soyutlama yoluyla yorumlamak ve var olmayan bileşkeler üretmek, insan zihnine yapısal olarak kodlanmış, doğuştan gelen yeteneklerdir. Fakat bildiğimiz bir başka gerçek de var ki, her insan yaratıcı ve sanatçı özelliklere aynı oranda sahip değil.
Peki beyinlerimizi bu kadar farklı kılan, yaratıcılık özelliğinin böyle eşitsiz dağılımına sebep olan şeyler hakkında bugün ne bilebiliyoruz?
Beyin araştırmacıları ve psikologlar, yaratıcılık üzerinde on yıllardır çalışıyorlar. Bu ilginç insani özelliğe dair anlayışımız, özellikle 1970’li yıllarda “ayrık beyin” hastaları üzerinde yapılan çalışmalarla ilginç bir noktaya ulaştı. Epilepsi nöbetlerinin bütün beyne yayılmasını önlemek için beyin loblarını birbirine bağlayan corpus callosum adlı bağlantı yapısının ameliyatla kesilmesine dayanan nadir bir cerrahi operasyona maruz kalan bireyler, “ayrık beyin” hastaları olarak bilinirler.
Bu hastalar, normal yaşamlarına devam edebilirler; fakat özel testlerde ancak ortaya çıkabilecek şekilde, artık adeta tek bir beyinde iki ayrı benlik barındırmaktadırlar. Bu hastalarda yapılan testler, yaratıcılık gerektiren çözümlerin “sağ beyin” tarafından daha başarılı işlendiğini; sol beynin ise daha ziyade rutin ve ezber görevleri yerine getirmekte uzmanlaştığını gösteriyordu. Bu çalışma sonuçları elbette basının ve halkın da ilgisini çekmekte gecikmedi ve toplum algısında hızla “sağ-sanatsal beyin” algısı yerleşmeye başladı. Bugün kısmen doğruluk payı olsa da bu genellemenin yanıltıcı olabileceğini daha iyi anlıyoruz.
Yaratıcı düşünce, beynin hemen hemen tüm alanlarının birlikte hareket etmesini gerektiren bir süreç.
Bugün modern beyin görüntüleme çalışmalarından elde ettiğimiz bilgiler, dikkatlerimizi özellikle sol-ön ( frontal ) beyin ile diğer bölgelerin ilişkisine çekiyor. Yapılan birçok çalışma, yaratıcı düşüncenin beynin bir bölgesi yahut lobu ile ilişkili olmaktan ziyade, tüm beyne yayılmış bir şebekenin işlevi olması gerektiğini düşündürüyor. Yani beyinde özel bir “yaratıcılık” bölgesi bulmak pek mümkün değil. Bunun yerine, aynen bir bilgisayarın tüm parçalarının içindeki yazılıma göre çalışması gibi, zihnin yaratıcı özelliklerini belirleyen şey de gerek doğuştan, gerekse deneyimler yoluyla edinilen birikimlerin ortak bir sonucu.
Önemli sorunlardan bir tanesi, her insanda belli düzeyde bulunan yaratıcı düşünce yeteneğinin ancak nadiren ortaya çıkması sorunu. Özellikle eğitim sisteminin yaratıcı ve sıradışı düşünce yetisini ciddi olarak sakatladığını ve insanları belli kalıplar içinde düşünmeye şartlandırdığını artık oldukça iyi biliyoruz. Beyin üzerinde yapılan çalışmaların da gösterdiği sonuçlar, bu tecrübemizi doğrular nitelikte.
Beynimizin ön bölümü, yani bilimsel adıyla frontal korteks , bizi diğer hayvanlardan ayıran en önemli donanım farkımızdır aslında. İnsan beyninin yüzde 40 kadarın kaplayan bu alan, en gelişmiş memelilerde bile ortalama yüzde yirmi kadar bir alan işgal eder. Bu bölgenin işlevlerine baktığımız zaman ise, bizi insan yapan özelliklerle frontal işlevler arasında yakın bir paralellik görebiliriz. Akıl yürütme, karmaşık görevleri tasarlama, aşamalarla iş görebilme, kısa vadeli tahminler yapma, irade kullanma, analitik düşünce, duyguların bilişsel kontrolü gibi insana has bir çok özellik, alnımızın arkasında bulunan beyin bölgeleri tarafından yönetilir. Buraları hasar gören insanlarda bu yeteneklerin de kaybolduğu bir çok değişik vaka ile sabittir.
Ön beyin devrelerinin bir başka işlevi de bizi mantıklı düşünce dizgesi içinde tutmak ve belli rutinlere göre kolay bir şekilde yaşayabilmemizi sağlamalarıdır. Bu devreler sayesinde duygularımızı, itkilerimizi ve arzularımızı değişik seviyelerde kontrol ederek, rutin işlerimize yoğunlaşabilir ve bilincimizi dahi kullanmadan karmaşık işlerin üstesinden gelebiliriz. Fakat anlaşılan o ki, yaratıcı ve sıradışı düşünme açısından bu özelliğimiz bize bazı dezavantajlar da sağlıyor. Beynin ön bölgelerinin deneysel olarak geçici bir süre susturulması, yaratıcı yeteneklerin ilginç bir şekilde gün yüzüne çıkmasına neden oluyor.
Kafatası üzerinden odaklanmış manyetik dalgalar verilerek beynin çalışmasının etkilenmesine dayanan Transkrianial Manyetik Uyarım tekniği, uzun zamandır bilinen ve kullanılan bir tekniktir. Bu teknikle, kafatasının dışına tutulan bir elektrik bobininden geçirilen elektrik akımı, uygun şiddette bir manyetik alan üretir ve bu manyetik alan, beynin içinde tekrar elektriksel bir karmaşa oluşmasına neden olur. Bu etkiden faydalanarak, beynin belli alanlarının, insanlara zarar vermeden geçici bir süre boyunca susturulması da mümkündür. Bu tekniğin kullanılmasıyla yapılan deneyler, özellikle sol-ön beynin susturulmasının yaratıcı yeteneklerde ilginç bir artışa neden olduğunu gösteriyor.
Deneylerden anladığımız kadarıyla, ön beynin düşünceleri kontrol edici etkisi, özellikle sağ beynin “objelerden-kavramlardan-ön kabullerden bağımsız” olan içsel düşünme süreçlerini baskılayarak, bildiğimiz maddi, objektif, tanıdık ve “gerçek” dünya ile baş edebilmemizi sağlıyor. Hepimizin bildiği gibi, sanatsal işler ve yaratıcı düşünceler ise bunun tam tersi bir zihinsel ortama gereksinim duyuyor: Nesneler ve kavramlar arasında ilişkilerin silikleştiği, kalıpların ortadan kalktığı, benzemez nesne ve kavramlar arasında yeni ilişkilerin yakalandığı “dağınık” zihinsel haller. Kısacası, bize mantıklı ve rutinlere dayalı bir hayat yaşama kolaylığı sağlayan ön beynimiz, aynı zamanda “kutunun dışından” düşünme yeteneğimizi de elimizden alıyor.
Bu elbette beynimizin doğal özelliklerinden birisi. İnsanlar olarak temel sorunumuz, kurduğumuz medeniyet ve benimsediğimiz eğitim sistemi mantığı ile, beynimizin analitik, mekanik ve rutine alışkın kısımlarına fazla yüklenmemizden kaynaklanıyor gibi görünmekte. Çocukların zihnindeki zengin dünya, özellikle eğitimden gelen tecrübelerle, soğuk, ayrık, domut ve yeknesak “şey”lere indirgeniyor. Böyle olunca da insanoğlunun bu dünyaya gönderilmesindeki en önemli sebeplerden birisi olan “görülmeyeni görme” yeteneği yavaş yavaş elimizden kaçıyor.
Neticede beyin bilimleri, aslında uzun zamandır fark ettiğimiz bir soruna başka bir açıdan daha dikkat çekiyor. Beynimizin mekanik tarafına odaklandıkça, bizi insan yapan büyük resimden uzaklaşıyoruz. Elimizdeki sistemi kökten değiştirmek zor olsa da, bu büyük hatayı tamir etmek üzere ufak değişiklikler ve çalışmalar yapmaya başlamak zorundayız. Zira her birimizin bu konuda yapabileceği bir şeyler var. Bu kadar büyük beyinlerle, bundan daha iyisini yapabilecek durumdayız.
Yaratıcı zihnin bu frenleri elbette kalıcı olarak çekilmiş değil. Sadece kültürel ve eğitimle ilgili içinde bulunduğumuz süreçler, bizleri algılarımızı hızla etiketleyip sınırlandıran sol beynin kolaycı işlevlerine biraz fazla bağımlı kılmış durumda. Bu da günlük hayatımızda farklı ve yaratıcı düşünmenin önündeki en temel engelimiz. Yani engel, dışarıdan ziyade içeride…
Bu frenleri gevşetmek için aslında yapılacak çok şey var; ama yazının hacmini göze alarak sadece bir kaç öneri ile noktalayalım:
Eğer bu yazı ilginizi çektiyse sıradaki yazımız sizin için geliyor: Yaratıcılığınızı Kamçılayacak 32 Egzersiz